Katalonya: Demokratizmden Geri Düşen Sosyalizme Gidemez

Katalonya 1 Ekim’de bağımsızlık referandumuna gidince, kıyamet değilse bile şovenist fırtına koptu. Güney Kürdistan’ın 25 Eylül referandumuyla ve sonraki gelişmelerle çakışınca, sadece Irak ve İspanya’da değil, Ortadoğu ve Müslüman halkların yaşadığı devletlerin hemen tamamında esti, bu şovenist fırtına. AB’den ABD’ye, hatta Kırım’ı kendisine bağlayan Rusya’ya, yeni güç odağı Çin’e varıncaya dek emperyalist devletler “ayrılıkçılığa karşı” tavır alınca, bu, fırtınayı estiren devletlerde sevinç patlamasına yol açtı. Böylece bir kez daha, “üçüncü dünyacı” şovenizm ile emperyalistlerin desteği birleşerek, halkları gerici ve ilhakçı bataklığa doğru çekti.

Katalonya’nın Referandum Süreci

Katalonya özerk bölgesi, 1978 anayasasında çerçevesi çizilen İspanya’nın 19 özerk bölgesinden biriydi. “Herkese kahve” deyimiyle ifade edilen bu özerklikler, Katalonya, Bask ülkesi ve Galiçya’ya ilişkin bölgesel özerkliğin ulusal nitelikte bir statü olduğunu gizlemek üzere, 3-4 ili kapsayan bölgelere özerklikler biçiminde gerçekleştirildi.

Bu şovenist mantığa bağlı olarak, 1978 anayasasında söz konusu bu üç halkın birer ulus oldukları kabul edilmiyordu. Bu mantığın elbette amacı vardı. Ulus statüsünün reddi, BM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1960 tarihli 1514 (XV) sayılı kararının “bütün halkların kendi kaderlerini tayin hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini özgürce belirler ve özgürce ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini sağlarlar” hükmüne karşı bir önlemdi.

Bask özerk bölgesi de ulus olarak tanınmamasına rağmen, diğer bölgelerden farklı olarak, vergiyi kendisi toplama yetkisine sahipti.

Katalan yönetiminin, Basklılar kadar hak elde etmek için ve dahası barışçı yolla ayrı devlet kurma amacına basamak olabileceğinden hareketle, Katalanların ulus olduğuna dair gerçekleştirdiği referandumun sonucu, 2010’da İspanyol hükümetinin emriyle anayasa mahkemesi tarafından reddedilmişti. Keza eğilim belirlemek için yapılan 2014 referandumunda da oy kullananların yaklaşık %80’i evet demişti.

Katalonya burjuva partisi PdCAT, bölgesel hükümet olduğu dönemde bulaştığı yolsuzlukları örtmek ve kapitalizmin krizi koşullarında bağımsızlık fikrini savunarak kitle temelini yenileyip güçlenmek istedi. Bağımsızlık talebini bu amaçla yükseltti.

PdCAT, Katalan burjuvazisini temsil etmesinin ifadesi olarak, bağımsızlık talebine sahip çıkmaya başlayan politika değişikliğini yaparken, “İspanya bizi soyuyor” şeklinde ekonomik açıdan refahçı şovenist şiarı sık sık dile getirdi. Bu esasen, kapitalist karını -vergi yoluyla- İspanyol/Kastilya burjuvazisi ve devletiyle bölüşmeme isteğinden başka bir şey değil. Fakat bu duruma rağmen, Katalonya burjuva partisinin bu şiarı, İtalyan Kuzey Ligi faşist partisinin yoksul Güney İtalya’dan “ayrılma” (gerçekte Güney’i kendisinden ayırma) şiarına benzetilemez. Çünkü Kuzey Ligi, aynı ulusun yoksul bölgelerini “atmak” istiyor, oysa PdCAT, Katalonya ulusunun kendi burjuvazisi liderliğinde de olsa başka bir ulusun ilhakçı boyunduruğundan ayrılmasını savunuyor.

Belirtmek gerekir ki, 1 Ekim referandumu sırasında ve sonrasında, büyük Katalan şirketlerin yönetici ve sahipleri bağımsızlığa karşı çıktılar ve merkezlerini Katalonya’dan taşıdılar. Bu onların İspanyol şirketleriyle ortaklıklarından gelen tutumları oldu. Böylece, burjuva sınıfı ile onun temsilcisi PdCAT arasında çelişki kendisini gösterdi.

Fakat öteden beri bağımsızlık yanlısı olan ve Katalanca eğitimi geliştirmeyi amaçlayan küçük burjuva yurtsever dernekler vardı. Bunların içinde öne çıkanlar Katalonya Ulusal Asamblesi (ANC) ile Omnium Culturel idi. Nitekim bu iki derneğin başkanları Sanchez ve Jordi Cuixard, İspanya başbakanı Rajoy’un tutuklama saldırılarından ilk nasibini alanlar olacaktı.

Ayrıca sosyal demokratik Katalonya Cumhuriyetçi Solu (ERC) ve içinde marksizme sempati duyanların da yer aldıkları radikal Halk Birliği Adaylığı (CUP) bağımsızlık talebini yükseltenler içinde daha hızlı kitle desteği almaya başladılar.

Sonuçta, Katalan emekçi sol hareketi ile küçük burjuva ve burjuva sosyal demokrasisinin egemen olmaya başladığı bağımsızlıkçı halk hareketi oluşmaya başladı.

1 Ekim referandumu sonucunda, Rajoy’un polisinin oy kullanma yerlerine saldırısına, bazıları ağır 900 kişiyi yaralamasına, sandık atölyelerine, özerk bölge ekonomi bakanlığına ve oy pusulalarını hazırlayan matbaalara baskınlar yapmasına rağmen, “2 milyon 262 bin kişi, mücadeleyle korudukları okullarda oy kullanmayı başardı ve yüzde 90 oranında bağımsızlığa 'evet' dedi. 640 bin kadar kullanılmış oya ise saldırı güçleri el koydu; bunların da dahil edilmesiyle birlikte katılım yüzde 54,3 oranında oldu. Yıllar önce Avrupa Birliği’ne girmek için yapılan referandumda Katalonya’da gerçekleşen katılım oranının aynısı.” (Bkz. Katalan Halkı Ayakta Bağımsızlığa Yürüyor, M. Karkın, Bianet ve İşçi Cephesi)

Oylama günü Katalan halkı, yalnızca oy kullanma ısrarını sergilemekle kalmadı, baskın yapan ilhakçı polise karşı hücuma da geçti. İspanyol polisini halkın elinden bölge polisi alabildi.

Dahası, 3 Ekim'de ve sonraki günlerde yapılan miting, yürüyüş ve politik genel grevlere geniş kitleler katıldı. Barselona’daki gösterilere her defasında yaklaşık 700 bin kişi katıldı. Gösteriler, halk eylemliliğinin yükselişinin ve radikalleşmesinin kanıtıydı. Öyle ki, kitleler, Rajoy’un ilhakçı polis saldırısına ve tehdit olarak asker göndermeyi dillendirmesine karşı ve tutuklamalara geçit vermemek için “halk milisleri” kurmayı tartıştı. Kitleler, bu deneyler içinde, ilhakçı devlet terörüne karşı kitle militanlığının ve silahlı savunmanın gerekli olduğu bilincini edinmeye başladı.

İspanyol şovenistleri polisiye ve siyasi saldırılarını yoğunlaştırırken, Türk burjuva sömürgecilerinin Kürtlere saldırılarını örnek alıp uygulamaya girişirken, Katalan bağımsızlıkçı halk hareketi kendi içinde ayrışmaya başladı. Bu önce, Katalan hükümet başkanı Carles Puigdemont’un “bağımsızlığı ilan etmeyebiliriz”, sonra da “referandum sonucunu müzakere edebiliriz” tereddüdünde yansıdı. İspanyol devletinin özerk yönetimi tasfiye eden saldırısı sonrası, bağımsızlığın kitle desteğinin gerilediğini kanıtlama oyununa girişen Rajoy’un aldığı Katalonya'da erken seçim kararı karşısında, “erken seçime katılabiliriz” diyen Puigdemont'un kararsızlığı sürdü.

Dünyanın Bütün Şovenistleri Birleşin

Güney Kürdistan’ınkine karşı olduğu gibi, Katalonya’nın bağımsızlık referandumuna karşı da, Trump’ın ABD’si ve AB emperyalistleri Rajoy’un ve İspanyol devletinin yanında yer aldılar.

Trump, “İspanya büyük bir ülke ve birleşik olarak kalmalı” demeciyle, ABD’nin kesin tavrını ortaya koydu. (Evrensel, 26.09.17)

Özellikle büyük burjuvazinin temsilcisi PdCAT ve sosyal demokrat ERC’nin güvendikleri AB ise Rajoy’un sert saldırılarına düşük sesle de olsa onay verdi ve uzlaşma ile itidal önerdi. Ardından AB’nin çeşitli temsilcileri ayrılığa karşı demeç verdiler. Avrupa’da İskoçya, Korsika, Bask, Kuzey İrlanda vb. yerlerin ayrılığını tetikleme tehlikesini göstererek, statükonun sürmesinden yana tavrı haklı göstermeye çalıştılar: “Avrupa Komisyonu şu anın ayrılık ve parçalanma değil, birlik ve istikrar zamanı olduğunu düşünüyor.” (AK açıklamasından, diken.com.tr, 02.10.17)

Kırım’ın ayrılarak kendisine bağlanmasını onaylamış Putin Rusya'sı da, Çin ve diğer pek çok devlet de Katalonya’nın bağımsızlığına karşı demeç verdiler. Güney Kürdistan bağımsızlık referandumuna karşı tutum alarak yaptıklarını, Katalonya bağımsızlık referandumuna ilişkin tekrarladılar.

Bundan en büyük sevinci çokuluslu ülkelerin sömürgeci devlet yetkilileri ve burjuva partileri duydu. Öyle ki bunların liderliğinde geniş çaplı her renkten şovenist akım, emperyalist devletlerin “ayrılıkçılık”a karşı tavrından sevinç kutlamaları yaptı.

Sonuçta, yalnızca İspanyol burjuvazisi değil, diğer çokuluslu ilhakçı ve sömürgeci burjuvaziler de, “emperyalistler ülkemizi bölüyor” propagandasıyla egemen ulustan emekçileri şartlandırarak arkalarına bağlarlarken, bu propagandanın tersine, emperyalistlerin ilhakçı-sömürgeci statükoyu sürdürme demeçleriyle şovenist bayram kutlamaları gerçekleştirdiler.

Öncelikle vurgulayalım: Katalonya ulusu kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olmalıdır. Tutarlı demokratizmin ölçütlerinden biri olan bu hakkı engelleyen İspanyol burjuvazisi, hem gericiliğini faşist yönde geliştiriyor, hem de bunu egemen Kastilya ulusundan halka da benimsetiyor. Ve Marks’ın uluslar sorunu için vurguladığı “başka ulusu ezen bir ulusun kendisi de özgür olamaz” görüşünü bir kez daha kanıtlıyor.

Emperyalistler ve yerel egemen burjuva devletler, daha kötüsü, bölgesel özerkliğin tasfiye edilmesine, fiili OHAL saldırılarının meşru gösterilmesine, faşist gericiliğin tırmandırılmasına kitleleri alıştırmaya ve yığınsal gerici bilinci tırmandırmaya çalışıyorlar. Belli düzeyde başarılı da oluyorlar.

Şovenizmle Mücadele Kararsızlığı Teslimiyet Üretir

Somut bir hareket olarak Katalonya ulusal demokratik hareketi ayrılma mücadelesini yükseltirken, tutarlı demokratizmin gereği olarak onu destekleme ve hareketin içinde Katalonya işçi ve ezilenlerinin etkisini egemen kılma tavrı, izlenmesi gereken doğru politik çizgiydi.

İspanya’nın iki başlıca sol ittifakı, Birleşik Sol ve Podemos, Katalonya’nın referandum yapma hakkına sahip olduğunu vurguladılar, ama bağımsızlığa evet demediler. Katalonya’daki taraftar kitlelerini sandık başına göndermediler.

Katalonya halkı referandum hakkını kullanırken İspanyol devletinin ırkçı-şoven saldırısına maruz kaldığında, bu sol ittifakların özellikle İspanya’da ne denli direniş geliştirebildikleri bir soru işareti olarak kaldı. Yer yer direnen gruplar oldu ve İspanyol faşistlerle çatıştılar. Ama baskın şovenist atmosfer bu direnişlerin kitleselleşmesini engellediği gibi, bu iki başlıca ittifakta birleşen parti ve örgütler, Katalonya’daki örgütlü güçlerini de 1 Ekim sonrası direnişlere seferber edemediler veya etmediler.

Bu özellikle genel grevlerde yansıdı. Birleşik Sol’un sendikacıları ile diğer federasyonun bölge yöneticileri (İşçi Komisyonları -CC.OO.- ve Genel İşçi Birliği -UGT-), 3 Ekim’deki genel grev için işçi kitlesine katılım çağrısı yaparlarken, sonraki genel grevlerden işçileri çektiler. Bu, İspanya genelindeki ağır şovenist atmosferden etkilenmelerinin ve başından itibaren hareketi desteklememe kararsızlıklarının bir sonucuydu.

Siyaseten böyle karasız bir tavır, şovenizmi yenmeyi değil ona boyun eğmeyi, şovenizm içinde boğulmayı, sosyal-şovenizmi getirir. Kararsızlığa yol açan başlıca fikirler şöyle özetlenebilir: Ön planda olan, bütün uluslardan işçi sınıfının kapitalizme ve onun krizine karşı mücadelesidir. Katalan burjuvazisi ve temsilcileri, bağımsızlık şiarını ortaya atarak ve bağımsızlık yoluna giderek, krizi ve yolsuzlukları unutturmaya çalışıyor. Bu nedenle, bağımsızlık mücadelesi işçi sınıfı ve komünistlerin sorunu değildir!

Podemos’la Birleşik Sol, “Birlikte Yapabiliriz” adlı cephevari ittifakı oluşturuyorlar. Bu ittifak, İspanya’nın genel sorunlarını kapsayan bir anayasa değişikliği referandumu çerçevesinde Federal İspanya programı önererek, bağımsızlık referandumuna alternatif oluşturmaya çalıştı.

Bu yönde büyük çaplı bir kitle seferberliğine girişseydi, İspanyol şovenizmini gerileten rol oynayabilirdi. Fakat ne etkili bir eylemsellik ortaya koydu, ne de şovenist dalgaya karşı tutarlı demokratizmin ifadesi olarak Katalonya’nın ayrılmasına evet diyen kitle hareketine katıldı.

Birleşik Sol’dan parlamenter ve federal koordinatör A. Garzon’un argümanları, bu kararsızlığın kaynağı olan bakış açısına örnek sunuyor: “Bağımsızlığın rejimden kopmak için en iyi yol olduğunu varsaysak dahi (rejim, sadece daha fazla devletin mevcudiyetiyle değiştirilebilir olmayan bir üretim tarzını ve bir iktidar yapıları bütününü savunmak için oluşturulduğundan bunu da kabul etmiyorum) bu bizim sürecimiz değil.” “Katalan burjuvazisinin süreci daha önemsiz güçlere bırakacak kadar beceriksiz olduğuna inanmakta zorlanıyorum. ...önümüzdeki yol açısından kimin kimi yönettiği konusunda emin değilim.” (Katalonya’yı Tartışmak, 01.10.17, Başlangıç dergisi)

İşçi sınıfının enternasyonalist birliği ve antikapitalist mücadele açısından baktığımızda görürüz ki, Katalonya’nın ulusal demokratik halk hareketine uzak duran, işçi sınıfının bu güncel demokratik mücadeleye kayıtsız ve tavırsız kalmasını öneren söz konusu anlayış, hem Katalonya işçi ve ezilenlerini Rajoy’un şoven militarist saldırıları karşısında yalnız bıraktı, hem de Katalonya işçilerinin İspanyol işçilere güvensizliğini artırdı. Güvensizliği artan ulusal işçi sınıfı gruplarını kapitalizme karşı mücadeleye çekmek, olanaksız değilse bile, çok zordur. İspanyol işçiler ise, Rajoy’un ilhakçı saldırısı karşısında Katalonya’nın bağımsızlık hakkı için eylemli mücadele etmedikleri sürece, sosyalizm için mücadele edemezler.

Öte yandan, harekete ilgisiz kalmayı öneren Garzon’un, Katalan burjuvazisinin süreci Katalan ezilenlerinin inisiyatifine bırakmayacağı öngörüsü de tamamen yanlış çıktı. Katalan burjuvazisi, Garzon o sözleri sarf etmeden çok önce referanduma karşı olduğunu dillendirmekle kalmadı, İspanyol saldırganlığı karşısında şirket merkezlerini Barselona’dan kaçırarak Rajoy’a yardım etti. Fakat Garzon’un öngörüsünün tersine, Katalonya işçi ve emekçileri, halk kitleleri özellikle Rajoy’un militarist ve tasfiyeci faşizan saldırılarına karşı eylemleriyle inisiyatif koydular ve süreçte öne geçtiler.

Bu arada Türkiye’den sol adına konuşan KP liderlerinden A. Güler, Katalonya’nın bağımsızlık girişimine şiddetli atışlarla karşı çıkarken, şu görüşleri ileri sürdü: “Katalonya halkının eski tabirle 'ezilen ulus' olarak görülmesi, en temel faktör, ekonomik eşitsizlik yoksa nasıl mümkün olabilir? Barzani aşiretinin egemenliğindeki bölgenin Irak içinde ezilen ulus kategorisine sokulması saçma olur.” “Katalonya’dan bir ulus çıkartamazsınız. Flamanlardan da çıkmaz. Farklı dillerin varlığı buna yetmez.” (Sendika.org, 02.10.17)

Ekonomik bakımdan bağımlı değilse “ezilen ulus” olmaz görüşünü, geçmişte Marks ve Lenin, Polonya örneğinde tamamen çürütmüşlerdi. Rus çarlığının boyunduruğu altındaki Polonya ekonomik bakımdan Rusya’dan geri değil ileriydi. Güler’in emperyalizme karşı sömürge ulusların kurtuluş yolunu açan liderler olarak andığı Lenin ve yoldaşları, Polonya’nın ulusal kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savundular. Lenin’in ardılı 3. Enternasyonal, birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası oluşan yeni-sömürge Yugoslavya krallığı içindeki ezilen ulusların ayrılma hakkını da kararlıca savundu.

Fakat Güler, “üçüncü dünyacı” sosyal-şoven bir bakışla, bu tip çokuluslu devletlerde ulusal boyunduruk altında yaşayan ulusların, ekonomik bakımdan pek de geri olmadıklarını dayanak yapmaya çalışarak, siyasal hak eşitsizliğine karşı mücadelelerinin özgürlük mücadelesinin temel bileşenlerinden biri olduğu gerçeğini reddediyor. Bu görüş, faşizm ve gericiliğe karşı özgürlük mücadelesine darbe vurmakla kalmıyor, egemen ulustan işçilerin özgürlükler için mücadele etmeyi öğrenemezlerse sosyalizm için mücadele edemeyeceklerini gösteren tarihsel devrimci deneylere de karşıtlık oluşturuyor. Güler “üçüncü dünyacı” sosyal-şovenizmde hızını alamıyor, Katalonya, Güney Kürdistan ve Flaman halklarının farklı dil özelliklerinden hareketle ulus oluşturamayacakları şeklindeki kaba şovenizme de düşüyor. Bu sözleri ancak Türk, İspanyol veya Belçika egemen milliyetçisi biri sarf edebilir. Nitekim, Erdoğan ve Bahçeli’den Perinçek’e değin tüm milliyetçiler yılmadan bunu dile getiriyorlar. Bu halkların ulus olduğu gerçeğini reddeden Güler’in bu konudaki yeri, gerçekten de iflah olmaz bu milliyetçilerin yanıdır.

Güler, kapitalizmin geçmişte ulus-devletlerle soruna çözüm bulurken, bugün çözümsüzlükle kriz içinde kaldığını, oysa sosyalizmin kolayca bu soruna çözüm bulacağını söyleyerek durumu kurtarmaya çalışıyor. Ama sosyalizmin çözümünün ne olduğunu ifade etmeye zahmet bile etmiyor.

Sonuç: İnisiyatif Kazanan Ve Şovenizme Yenilen

Katalonya bağımsızlık referandumuna karşı Rajoy’un şiddetli saldırısı ve özerk bölge statüsünü tasfiyesi yeni eğilimlere yol açtı.

Katalan büyük burjuvazisi, şirket merkezlerini aceleyle Barselona’dan kaçırarak, tavrını net olarak egemen ulus burjuvazisiyle işbirliğinden yana koydu.

Sözel olarak bağımsızlığın tavizsiz savunucuları olan sosyal demokrat ERC liderleri, statü tasfiyesini, tutuklama ve şiddet dalgasını kitle militanlığıyla yanıtlamayı göze alamadılar ve uzlaşma yolunu seçtiler. Bu, onların hareket içindeki hegemonyayı kaybetmeye başlamalarına yol açtı.

CUP ve diğer emekçi sol kesimler, genel grev ve yürüyüşlere katılan ve bunları örgütleyen işçi ve emekçi sınıflar öne geçtiler, hareketin inisiyatifini ellerine aldılar. İki sendika konfederasyonuna bağlı sendikalı işçiler, yatay biçimde birleşerek, biraz daha düşük katılımla da olsa genel grevleri sürdürdüler.

Burjuva PdCAT ve hatta ERC, Rajoy’un saldırılarına Avrupa Konseyi’nin engel olacağını hayal ediyorlar ve bu yolla barışçı biçimde amaca ulaşmayı hedefliyorlardı. AB emperyalistlerinin “ayrılıkçılığa karşı” Rajoy'u ve ilhakçı devletini destekleyen tavrıyla sadece hayal kırıklığına uğramakla kalmadılar. PdCAT tam sessizliğe gömülürken, özerk bölge hükümetinde başkanlığı ve egemenliği elinde tutan ECR ise uzlaşma yolunu açmaya çalıştı.

Fakat örgütlü Katalan işçiler ile kadınlar, öğrenci gençlik ve CUP ile diğer emekçi Katalan solu, eylemlerde aktif yer alarak, hayal kırıklığına kapılmak yerine, İspanyol devletinin ilhakçı boyunduruğunun ancak devrimle sökülüp atılabileceğini mücadele içinde öğrenmeye başladılar, bilinç ve güç biriktirdiler.

Öte yandan, İspanyol ilhakçılığına karşı işçileri ve halkı harekete geçirmeyen ve “bizim sürecimiz değil” şeklindeki sosyal-şoven ilgisizliği yüceltenler, başta da “Birlikte Yapabiliriz” içinde yer alan reformist sol, şovenizm karşısında yenilgiye uğradı. Rajoy liderliğindeki PP ile sosyal demokrat PSOE şovenizmle yelkenlerini şişirdiler.

Katalonya bağımsızlık girişimi barışçı yolla başarısızlığa uğrarken, Katalan işçileri ve ezilenleri, şovenistlerden ve uzlaşıcılardan daha çok koptukları gibi, uzlaşıcı Katalan burjuva ve küçük burjuva partilerden de bir ölçüde kopmaya başladılar. Rajoy’un sert ilhakçı saldırıları, Katalan emekçi kitleleri daha fazla bağımsızlığa ve bağımsızlık hakkını radikal biçimlerde savunmaya doğru iterken, İspanya komünistlerine ve devrimcilerine bir kez daha kanıtladı ki, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü kararlılıkla savunmayan partiler hem ezilen ulus işçilerini kaybederler, hem de kendi ulusundan burjuva devletin faşizan baskılarına maruz kalır ve dahası geliştirdiği şovenizme yenilirler.

Her ulustan işçileri sosyalizm için mücadelede sıkıca birleştirecek tek yol, ezilen ulusların özgürlüğünü kayıtsız şartsız savunmaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi