Çeviri | Otonomi ve Karşı İktidar: Sarı Yelekliler Hareketi’nin Ardından Örgüt Meselesini Yeniden Düşünmek

Bu yazı, ACTA’nın1 geçen Aralık ayında Katalan dergi Catarsi’nin Barcelona’da düzenlediği uluslararası konferansta yaptığı konuşmanın metnidir. Üçüncüsü düzenlenen konferans, sendikacılık, metropollerdeki mücadeleler, faşizmin yükselişi, dijital çağda politik iletişimin zorlukları gibi konularda deneyim aktarımları ve düşünce paylaşımı için farklı ülkelerden eylemcileri ve entelektüelleri bir araya getirdi. Biz de bu vesileyle son aylarda Fransa’da ve tüm dünyada seri halde gelişen ayaklanmalara, bunların özelliklerine ve stratejik çıkmazlarına dair incelemelerimizi formüle etme fırsatını değerlendirdik.

Burada, bir yandan bugün muğlak görünen zafer kavramı üzerine bir sorgulamaya girişmek için taslak oluştururken bir yandan da örgüt sorununu yeniden gündeme sokmayı amaçladık.

2019, yeni bir küresel ayaklanmalar dalgasının yılı oldu. Dünyanın dört bir yanında onlarca ülke şehirlerin yanısıra, ekonomilerinin paralize oluşuna, hükümetlerin meşruluğunun sokakta sorgulanışına tanıklık etti. Çoğu durumda ve bağlamlarındaki bariz farklılıklarına rağmen halk hareketliliklerinin ortak hedefleri vardı: artan güvencesizlik, toplumsal geri çekilme ve bütçe kesintileri bir yanda; on yıllardır uygulanan vahşi liberalizmin sonuçları, egemenlerin yolsuzlukları, politik katmanın güven kaybederek gözden düşmesi ve devletin otoriterleşmesi diğer yanda.

Örneklerin çoğundaki ortak öğe kurumsal arabulucu mekanizmaların çökmesiyle ilgiliydi. Hareketler, çoğu zaman, hem partilerden hem de sendikalardan belli bir mesafede gelişip yayıldılar, tabi açıktan bir düşmanlık sergilemedikleri örneklerde. Fransa’da Sarı Yelekliler’in, temsilin herhangi bir türüne dair şüpheciliği artık çok görünür değil, ne var ki emeklilik reformuna karşı gelişen hareket, sendikaların bürokratik liderleriyle karşı karşıya gelen mücadeleci sendika tabanlarının bu olay ekseninde güçlenmesini pekiştirdi. 5 Aralık tarihinin kararlı bir şekilde dayatılmasında, (yenilenebilir ama “küme küme” olmayan tarzda) grevin yürütücülüğünün ele alınmasındaki istekte, daha çatışmalı eylem biçimlerinin denenmesinde ve (zaman zaman konfederasyonlardan yayılan) uzlaşma çağrılarına uymayı reddetmesinde bu durum pek çok düzeyde olumlandı.

Sarı Yelekliler, geleneksel temsil organlarının bugün artık protesto enerjisini yakalamada yetersiz oluşu, protestoları yönlendirmede ise daha da yetersiz kalışı gerçeğinin üzerine göz kamaştırıcı bir ışık tuttu. Devletle yüzleşirken insanlar şimdi yalnızlar. Paris’ten Santiago’ya, oradan Beyrut’a halk isyanları dayatılan çerçevelerin ötesine taşıyor, her yönden sınırların ötesine geçiyor. Silahları, evrensel olan, blokaj ve isyan.

Ancak karşıtlığın bu iki terime indirgenmesi, belirli durumlarda halkı politik ihanetler ve örgütsel aparatlarda dönen diğer dolaplardan koruyabilse de hareketin olası sonuçları ve uzun dönemli istikrarı açısından yine de sorunludur. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz.

Son dönemdeki çoğu hareketin taktiksel zaferler kazandığına şüphe yok. Fransa ve Lübnan’da isyanın merkezinde yer alan yeni vergilerden vazgeçilmesi, Şili Anayasası’nda değişiklikler yapılması için referanduma gitme sözünün verilmesi ve metro biletlerine yapılan zammın iptali, Ekvador’da kemer sıkma planından vazgeçilmesi, Hong-Kong’da sınır dışı etme yasasının geri çekilmesi, Cezayir’de Buteflika’nın istifa etmesi…

Tüm ülkelerde devletler halk üstündeki baskıyı artırdı. Ancak, birkaç istisna dışında, hareketler devam etti ve taktiksel kazanımların ötesinde devam etmeyi de sürdürüyor. Fakat, bu uzamanın kendisi, son dönemdeki tüm deneyimleri kesen temel bir zorluk noktasını ortamdaki boşlukta açığa çıkardı: sadece taktiksel değil, stratejik olarak da bugün neyin bir zafer olacağına dair ortak bir kavrayışa sahip değiliz. (Ne olacağına dair öncü bir tanım yapmamız gerekirse, şu ana kadar zafer dediğimiz şey daima, geri dönülemez bir noktanın tarihte belirmesidir.)

Buna dair net bir kavrayışımız bile yok. Zafer kavramı bizim için muğlak bir kavram.

Tam aksine, 20. yüzyılda zafer kavramının dünyanın her yanındaki devrimciler tarafından kabul edilen görece daha açık bir temsili vardı. Muzaffer olmak devlet iktidarını ele geçirmek demekti. İster klasik seçimler yoluyla veya silahlı ayaklanma yoluyla. Burjuva demokrasisinin kurallarına uyarak iktidara gelen “ilerici” oluşumlar, herhangi bir toplumsal dönüşüm umudunu kurumsal sınırların ağırlığı altında veya devlet yapılarının iç çürümüşlüğü nedeniyle reddettiler; aksi halde kendilerini zengin sınıfların ve onların emperyalist müttefiklerinin tepkisi karşısında çaresiz ve kırılgan bir konumda bulacaklardı. Diğer yandan, tarihsel deneyim devlet iktidarının devrimci yoldan ele geçirilişinin de kendiliğinden komünizme doğru genel bir ilerleyişi garanti etmeyeceğini ve sonuç olarak ayaklanmacı başarının zafer kavramını tüketemeyeceğini göstermiş oldu. (Bu anlamda biz, zaferin sadece “askeri” tanımıyla yetinemeyiz.)

Buradan baktığımızda şu ana kadar, son yıllarda tüm dünyayı sarsan ve her yerde aynı stratejik çıkmazlarla karşılaşan hareketlerin getirdiği yeniliğe uygun, yeni bir zafer kavrayışına ulaşmayı başaramadık.

*****

Şunu belirtmek önemli: Zafer sorunu, örgüt sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Hatta aslında şu söylenebilir: zafere dair belirli bir önermenin doğurduğu azim ile kendini bu önermenin başarısına uyarlayan belirli bir örgüt tipinin bu önermedeki kararlılığıyla ilgilidir. Lenin’in görüşlerinde (askeri disiplinle kuşanmış ve devlet iktidarını ele geçirme hedefine bağlı) öncü parti teorisi doğrudan, başta Paris Komünü’nün yer aldığı 19. yüzyıl devrimci ayaklanmalarının başarısızlıklarının analizinden beslenmiştir. O böylece, proletaryanın nihayetinde zaferi fethetmesini sağlamaya yetkin yeni tipte bir politik örgütün ayırt edici çizgilerini formüle etmiştir. Ve Leninist parti biçimi, büyük ölçüde 1917 zaferinden devşirdiği prestijle 20. yüzyılın çoğu boyunca kendini temel devrimci örgüt biçimi olarak ortaya koymuştur. Önerme bir şekilde kendi kendini kanıtlamıştır.

İktidarı ele almakla vazifelendirilmiş Leninist parti, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kendini zorlu ayaklanma anındaki etkililiğiyle göstermiştir; ancak komünizm stratejik hedefinin başarılması ve devrim sonrası gelişmeler açısından bu iktidarın icrasında taşıdığı radikal eksiklikler de kendini göstermiştir. Alain Badiou’nun yazdığı üzere “Leninist parti, muzaffer ayaklanmanın gerektirdiği görevler için uygun olsa da komünizme geçiş görevlerinde bir ölçü olamaz.”

1970’lerde çoktan Fransız Maoistler ve İtalyan Otonomcular kurtuluş siyasetinin ana görevlerinden biri olarak geleneksel Leninist paradigmanın ötesine geçmeyi (diğer şeylerin yanında) kendilerine görev olarak belirlemişlerdi. Bugün miras aldığımız sorun budur. Ve açık ki, bu konuda bizim kampın bütününde genel bir yönsüzlük mevcuttur. Bazıları (kendi başına ölümcül bir yabancılaşma ile eşanlamlı olduğu bahanesiyle) örgütün tüm harekete geçirici güdülerini süpürüp atmaya karar verirken diğerleri öncü partinin kemikleşmiş modelini yenilememekten memnun.

İlki, kendileri içinden çıkan her yeni figüre arka çıkmak amacıyla politik faaliyetini azaltarak pirüpak bir hareketi baş tacı ediyor. Öte yandan akut bir çelişkinin gündeme geldiği süreçte dikkat çekici taktiksel eylemlilik gösterdiklerinde sıklıkla, fetişleştirdikleri çekim gücü düzeyleri onları hareketsizlik dönemlerinde geri çekilmekten alıkoyuyor.

İkincisiyse, onları hareketlerin içerisine gerçek anlamda girmekten mahrum bırakan ve mücadelenin yeni dinamiklerinden giderek daha fazla kopmalarına yol açan zamanı geçmiş örgütsel modellerine sıkı sıkıya bağlılıklarını sürdürüyor.

Örgüt sorununu bugün hâlen, gerekliliklerini devrimci militanların halletmesinin zorunlu olduğu açık bir sorun olarak görüyoruz. Sarı Yelekliler hareketi örgütlü özneyle kitle hareketi arasındaki ilişkiyi test etmek için muazzam bir zemin oldu. Bu sürecin temel derslerinden biri bizim için militanların bir yandan “sudaki balık gibi” hareketin içinde olması gerektiği gerçeğinde yatıyor. İçeriden konuşmalılar, gerçekten içeriden, en temel meclis oluşumlarına katılmalılar, yerel gruplarla bağlantılar kurmalılar, (anket benzeri) incelemeler, araştırmalar yapmalılar, önemli günlerde destek olmalılar, mücadelenin bu yenilikçi biçimleri tarafından “kirletilmeyi” kabul etmeliler, kısacası kitlelerin okuluna yazılmalılar. Dışarıdan bir duruşla ya da daha kötüsü 2018 kışındaki ayaklanmanın başlarında pek çok solcunun yaptığı gibi küçümseme içinde durup kalmakla yetinemezler. Bu tam da Marks’ın Komünist Manifesto’da “Komünistler her yerde mevcut toplumsal ve siyasi düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler” diye belirttiği şeydir. Ancak, devrimci militanların pozisyonu sadece destekten ibaret de olamaz: sadece harekete eşlik etme sorunu değildir bu ya da onun içinde dağılmak, aksine politik olarak müdahale etmektir.

Burada çok temel bir noktaya temas ediyoruz: politik müdahale daima bölünmeyi tetikler. Hareketi birleştiren, özellikle de ilk günlerinde, negatif bir şeydi: böyle bir hükümete, böyle bir yasaya, baskıcı düzenin böyle belirgin bir yönüne karşı ortak bir karşı koyuş için bir araya gelmiş halkın farklı kesimlerinden insanlar. Herhangi bir desteğin bu birliği ne pahasına olursa olsun korumayı ve politik ayrışmaları öne çıkarmanın hareketin kendini güçsüzleştireceğini göz önünde bulundurması gerekir. Fakat, biz bir hareketin negatif birliğinin daima önemli çelişkilerin (ve hatta bazen tam zıtlıkların) üstünü örttüğünü ve devrimci militanların rolünün tam da bu çelişkiler karşısında bölünmeyi de varsayarak müdahil olmak olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ancak bu bölünme pahasına doğru, pozitif bir birlik inşa edilebilir.

Sarı Yelekliler Hareketi içinde, örneğin antifaşizm konusunda bu tarz bir çalışma yürütüldü. İster gerici fikirlerini yaymak için olsun ister gruplarının şiddet eylemlerini yaymak için, hareketin başlangıcında aşırı sağın da var olduğuna şüphe yok. 26 Ocak 2019’daki Yeni Antifaşist Parti (NPA) kortejine yönelik vahşi saldırıya kadar milliyetçi, neofaşist veya Pétainist gruplar kendilerini Etoile kavşağında pankartlarını açacak, Champs-Élysées’de çalımla yürüyecek, solcu eylemcileri dövecek kadar özgüvenli hissettiler. Antifaşist bir tepkinin örgütlenmesi bu milliyetçi grupların defedilmesini mümkün kıldı ve fiili olarak yürüyüş kortejlerinden çıkarıldılar. Ancak daha da önemlisi, çeşitli otonom kolektifleri ve yerel Sarı Yelekliler gruplarının oluşturduğu Adama Komitesi gibi işçi sınıfı mahallelerinde kurulan ırkçılık karşıtı yapıları bir araya getiren birliklerin erkenden şekillenmesi hareketin çelişkileri üzerine politik çalışma yapmayı ve gerici bileşenlerini adım adım marjinalize edecek sloganları geliştirmeyi mümkün kıldı.

Ayrıca şu da çok açık ki, bugüne kadar yalnızca işçi sınıfı mahallelerindeki ezilen ırklara yönelen, ancak bu yönelimi artık bugün bir bütün olarak tüm toplumsal hareketi vurmaya dönen, polis baskısı ve adli baskının (devletin otoriterliğiyle) daha baştan kolektif bir şekilde deneyimlenmesi ile hareketin bu politik olgunlaşma süreci hızlanmıştır.

Biz bu nedenle hareket sürecinde örgütlenen militanların görevinin sadece kitle eylemine taktiksel destek sunmak olmadığını, aynı zamanda çoğu durumda bir dizi içsel çelişkinin derinleşmesinin eşlik ettiği hareketin içinden düzgün bir politik müdahale olduğunu da düşünüyoruz.

Ancak örgütün (kendi yeniden üretimine takılıp kalmaktan çok) olası atağa geçme anları konusunda hassas olması gerekiyorsa isyanın belirli bir sürecinin de taşıyıcısı olması gerekir; örgüt isyanın en gelişkin politik içeriğinin kristalleşmiş hâli olmalıdır. Çelişkilerin düşük olduğu süreç de dahil olmak üzere politik faaliyetin sürekliliğini sağlayan budur. Bölgesel kökleriyle, menzilindeki alanlara açılarak ve oraları canlandırarak, kalıcı yapılar, öz-eğitim mekanları, propaganda ve tartışma araçları inşa ederek, ayrıntılarında derinleşmiş teorik çalışmalar yaparak; kısacası bir eylem programını uygulayarak.

Komünistler, Marks’ın dediği gibi, politik sürecin sıradaki aşamasını temsil etme yetisindedirler, ayaklanmaların saf güncelliğine bağlanıp kalmakla yetinemezler. Stratejik sonuçları olmadan (ne kadar görkemli olursa olsunlar) taktiksel hamlelerin başarısıyla da yetinemezler. Burada bir kez daha tekrar eden bir zayıflığı gözlemliyoruz: Sıra dışı ve neredeyse kesintisiz bir toplumsal çatışma döneminden geçen Fransa’da, 2016’dan bu yana devrimci örgütlerin istikrarsızlığına ve parçalanmasına tanık oluyoruz. Dar görüşlü hareketçilik her türden uzun vadeli yeniden oluşumun önünü kesiyor gibi görünüyor.

******

Sarı Yelekliler Hareketi şunu doğruladı: Bugün devlete ve onun kurumlarına mesafeli durmayan herhangi bir kurtuluş siyaseti yürütülemez. Bu nedenle, kurtuluş için yola çıkan her örgütlü süreç ancak özerk/otonom karakterde olabilir. Sarı Yelekliler kendi öz güçlerine güvenmeyi öğrendiler, son yarım yüzyıldan fazladır görülmedik düzeyde bir toplumsal çatışmayı üstlenmek için herhangi bir sendikaya veya siyasi partiye ihtiyaç duymadılar. Negri’nin Hakimiyet ve Sabotaj kitabındaki terimleri kullanarak söylersek, (ayaklanmacı Cumartesi isyanları üzerinden) rejimin politik istikrarsızlığını ve (lojistik blokajlar, kavşakların işgali ve bunların bölgesel yayılması üzerinden) sistemin maddi imhasını birleştirdiler denilebilir. Parçalı ve tamamlanmamış da olsa halkçı bir karşı iktidarın embriyosunu deneyimlediler.

Bu da bizi yukarıda özetlediğimiz stratejik düşünüşe geri getiriyor. “Karşı iktidar” derken ne demek istiyoruz? Karşı iktidar özerkliğin ön formudur: aynı zamanda “kurtarılmış alan”dır, tüm diğer toplumsal ilişkilerin delâleti bir deneme sahasıdır ve toplumsal düzenin yeniden üretiminin bir noktada geçiş yolunu tıkayan çatışma bölgesidir. Pozitifliği negatiflikten, karşıtlığın yaratılmasından ayıramayız. Çünkü “geleceğin şimdiki zamanda içerilmiş gizli var oluşu yalnızca mevcut ideolojik temsiller ve siyasi programlarda var olmakla sınırlı değildir. Aksine, devrimci sürecin patlak vermesi aşamasında çoktan tezahür ederler ve baskın ilişki biçimlerinde ardı ardına gelen atılımlardan başlayarak en şaşırtıcı ve beklenmedik suretlerde kendini ifade ederler.”2

Mesele, merkezi iktidarın ele geçirilmesinden önce hiçbir şey mümkün değil fikrine bir son verme meselesi olduğu sürece, devletin çöküşünü sağlama meselesi olduğu sürece, sadece tarihsel bir ufuk değil, politik eylemin kendisinde güncele görünür olan bir ilkedir: karşı iktidar bugün herhangi bir kurtuluş gerçekliğinin temel noktasıdır.

“Sarı komünler” ile göz göz işaretlenmiş Fransa’da bu yoğun kavşaklar ve diğer sayısız öz-örgütlülük çekirdekleri, metropol ayaklanmalarına ek olarak, büyük bir ekonomik blokaj uygulamak için maddi koşulları oluştururken binlerce proleterin kardeşlik duygusunu yeniden keşfetmesine olanak tanımaktadır. Bu nedenle geçen kışın Fransa’sı tabandan diğer bir iktidarın, oluşum sürecindeki, kendi kurumlarıyla donanmış halkçı bir iktidarın, gerçek yaşam boyutlarında bir yakınsamasıydı.

Notre-Dame-des-Landes’teki ZAD direnişi3 veya Sarı Yelekliler’in kendileri gibi yakın dönem deneyimleri, herhangi bir karşı iktidar dinamiğinin meseleyi bir özsavunma sorunu ekonomisi ve bu karşı iktidarın korunması aşamasına taşıyıp taşıyamayacağını açıkça göstermiştir. Bu sorun, devletin otoriter dönüşümü ve zincirinden boşanmış baskıcı yöntemleri bağlamında daha da yakıcı hale geliyor. Karşı iktidarın kılcal kanallara genişlemesinin kendi başına üstlenemeyeceği, burjuva hukukunun ve egemen düzenin temellerinin yıkılmasını görevini edinen (sadece taktiksel değil) stratejik bir negatifliğin uygulanmasının olası biçimlerini sorgulamaktan da kaçınamayız.

Öyleyse örgüt sorusunu tekrar gündeme getirmenin zorlukları neler? Bu konuda gerçekten ilerlememizi sadece tarihsel deneyimin sağlayacağı açık. Ve bu teorik birikim, zaten pek çok konuda olduğu gibi, sadece problemleri formüle etmek için kullanılabilir.

Örgüt özsavunma alanına müdahale etmelidir. Saldırı kapasitesine göre bu alana da tabi ki. Konu, bu anlamda, kitlesel bir çatışma anındaki taktiksel faaliyeti, Trontici4 bir sezgiyi kullanmaya gelir. Çünkü, dediğimiz gibi, halk iktidarının birikimi mutlaka devletin “engelleyici gücü” ile çarpışır. Belli bir güç ve zamansal tutarlılık eşiğinin ötesinde, tüm özgürleştirici deneyim, hayatta kalmasını tehlikeye atan bu “yasaklama gücü” ile karşı karşıya kalır. Doğrusal bir süreci düşünmek en basitinden saflık olur. Bu tam da örgütlü politik öznellik rolünün devreye girdiği noktadır: Halk iktidarının gücünün artmasının önündeki “engelleri kaldırmak”. Düşmanın komuta gücünü dağıtmak. “Umudu, gelecek olasılığını kapitalist tahakkümden çekip almak”.5 Aksi takdirde, “eski toplumun rahminde” gelişen özgürleştirici öğelerin kabul görmesi ve genelleştirilmesi sürecinin nasıl gerçekleşebileceğini göremeyiz.

Ancak bu faaliyet, sorunu tüketmek için yeterli değil. Herhangi bir örgütsel sürecin bir başka önemli yönü de çokluğudur. “Tek boyutlu” olamaz. Dahası bu, 1970’ler döngüsünden geçen mücadeleci oluşumlarının temel hatasıydı: Askeri eylem, diğer tüm faaliyetlerin ona emilmesiyle sonuçlandı, politik pratik hayaleti bunun kısmi bir boyutuna indirgendi. Halbuki örgüt farklı mücadele biçimleri, farklı alanlar ve müdahale tatbikleri arasında bir bağdaştırma ve eklemlenme işlevi görmelidir. “Parti, unutulmuş olsa da hiçbir zaman yasal ve yasadışı, görünür ve yeraltında, kamusal ve komplocu olmaktan vazgeçmemiştir.6 Zenginliği ve olası gücü bu çoklu halinde yatar.

Dolayısıyla örgüt, politik yeniden yapılanma rolünü de üstlenmelidir. Bugün hareket içinde belirli zeminlerde faaliyet yürüten ve göreli özerkliği savunan bir dizi mücadele hattı var. Örneğin, (kendileri de önemli çizgilerden geçen) feminist ve ırkçılık karşıtı hareketler için durum budur. Günümüzde örgüt sorunu bu nedenle aynı zamanda bir örgütler sorunudur. Bu nedenle alın motifi metaforu, bu yeniden birleşmenin olası bir şekli olarak dolaşıma girer. Mücadele merkezleri ve farklı toplumsal öznellikler arasındaki bağlantıları desteklemesi, oluşacak gerçek durumları değerlendirmek üzere bir kriter olarak komünist bir öncünün öne çıkarak hareketsizlik veya parçalanma riskini önlemesi doğrultusunda devrimci militanların kararlaştırılmış programatik bir sentez için çalışması görevine sahip oldukları, zorunlu olarak iç çelişkilere açık bir alan olurdu bu.

2016’dan bu yana ve son aylarda daha yoğun bir şekilde, sendikaların mücadeleci kesimleri, otonom kolektifler, yerel Sarı Yelekli grupları, işçi sınıfı mahallelerinden örgütler, radikal çevre aktivistleri ve liseli gençlik arasında eşitlikçi ittifaklar kuruldu. Bugünkü görevimiz bu ittifakları sadece hareketin geçici süreçlerinin ötesinde sürdürmek, böylece yeni bir tür halk birliğin temellerini yaratabilecek bir örgüt ve koordinasyon alanı oluşturmaktır.

Yazı Yaşam Uzun tarafından https://acta.zone/autonomie-et-contre-pouvoir-repenser-la-question-de-lorganisation-apres-le-mouvement-des-gilets-jaunes/ sitesinden Markist Teori için çevrilmiştir.

Notlar

1 ACTA, mücadeleler içinden videolar, röportajlar ve müdahale makaleleri üreten bağımsız ve partizan bir medyadır. (https://acta.zone)

2 Renato Curcio, Alberto Franceschini, Gouttes de soleil dans la cité des spectres

5 Oreste Scalzone, Débat sur l’organisation post-léniniste pour le communisme: https://acta.zone/oreste-scalzone-le-debat-sur-lorganisation-post-leniniste-pour-le-communisme/

6 Auguste Blanqui, Maintenant, il faut des armes, La Fabrique, Préface anonyme.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi