Antifaşist Birlik Görevi, Sürecin Gerçekleri ve “Kurtuluş Kültürü”

Sorunun Esası

Burjuvazinin yönetememe krizi içinde olduğu, Kuzey Kürdistan’da halkın eski tarzda yaşamak istemediği, Türkiye’de kitlelerin umutsuz ve memnuniyetsiz bir durumda bulunduğu devrimciler için bir sır değil. Bir hükümet veya anayasal krizin çok ötesinde düpedüz rejim krizi şeklindeki bunalımın burjuva cephede yeni saflaşma, çarpışma ve arayışlara yol açtığı, fakat Türkiye’de etkili bir devrimci savaşımın geliştirilememesi nedeniyle, bu iç mücadelenin ve sonuçlarının devrimin dolaylı yedeği haline getirilemediği, keza zaman zaman ciddi bir yükseliş gösteren demokratik kitle hareketinin sıçratılamadığı, devrimci eşiği aşmasının sağlanamadığı, bu nedenle de hareketin memur mücadelesi örneğinde olduğu gibi, tedricen çürüyüp dibe vurduğu gözler önünde. Türkiye’deki bu manzara, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü önderi PKK’nin taktik savaşımda uluslararası diplomasiyi öne çıkarmasına ve Güney Kürdistan’ın mücadeledeki öneminin on kat artmasına yol açtığı da bariz bir gerçek. İşçiler, memurlar, kent yoksulları, gençler sokakta, fakat bu güç birleşik ve antifaşist bir kimlik kazanamıyor, bu özelliklere sahip ikinci bir cephe haline getirilemiyor. Kendilerini Türkiye ve Kuzey Kürdistan örgütleri, partileri olarak tanımlayan, tek parti önderliğinde birleşik bir devrim yolunda yürüyen tek tek devrimci teşkilatlar yukarıda vurgulanan problemleri bir başlarına çözemiyorlar. Bu nedenle devrim yangını büyüyemiyor, doğal olarak da bahsedilen parti ve örgütlerin gelişimi yavaş ve sancılı oluyor.

Yaşam, devrimci parti ve örgütlerin önüne güncel siyasal bir görev koyuyor: antifaşist birlik.

Henüz sınıf tabanına oturmamış bulunan, proleter ve küçük burjuva devrimci parti ve örgütler, sınıf ilişkilerinin ifadesi olacak, ortaya çıkmış deneylerde olduğu gibi bir antifaşist halk cephesi kurma olanağına sahip değiller. Dolayısıyla da bu temelde yürütülecek tartışmalarla bir arpa boyu yol alınması olanaksız. Halk cephesi hangi sınıf ve tabakalardan oluşur, hegemonya sorunu nasıl ele alınmalıdır, bu sorunların çözümünü sağlayacak koşullar oluşmuş mudur gibi soru ve tartışmalar bugün fikir cimnastiğinden öte bir pratik değere sahip değildir ve olamaz. Cephe olacaksa illa da halk cephesi olur, yaşam dayatıyor olsa bile başka türlü bir cephe, yanlış ve olanaksız sayılmalıdır dogmatik yaklaşımı, keza güçbirliği’nin de aşağı yukarı böyle telakki edilmesi sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt veremiyor, veremez de.

Pek çok işi aşağı-yukarı aynı eylem biçimleriyle, aynı hedef ve sloganlarla yapan parti ve örgütlerin bunları devrim ırmağını güçlendirmek için birlikte yapma gereksinimi var. Ayrı ayrı yapıldığında zayıf, etkisiz ve dağınık kalması bir yana, özellikle kuvvetleri görece daha az olanların enerjileri çoğu kez işlevini yerine getirmeden çarçur oluyor. Pek çok parti ve örgüt içe dönük politika tarzının esiri olmayı sürdürüyor. Eylem birlikleri ve alanlarda geliştirilen güç birlikleri, bu sorunların çözümü doğrultusunda önemli adımlar oldu. Ancak yaşadığımız politik koşullar ve bunun ortaya çıkardığı görevler karşısında yetersiz kaldı. Taktik değişikliği şartlarında, sürece birleşik müdahalede tam bir hantallığa sürüklenildi. Hayat tartışanların yanından gelip geçti.

Yaşam ve mücadele daha ileri ilişki biçimleri dayatıyor. Parti ve örgütlerin güçbirliği veya cephesi bunun iki uygun ve olanaklı biçimidir. Salt “halk cephesi” kavram ve gerçekliğinden yola çıkarak bugün “devrimciler cephesi” fikrine ilkesizliktir, yanlıştır, proletaryanın hegemonyasından vazgeçmektir vb. itirazlarda bulunmak sorunu hiç anlamamak ve bir konu üzerine genel doğruları tekrarlayarak, bir başka sorunun üzerini örtmektir. Yaşam, proleter ve küçük burjuva devrimcileri arasında antifaşist savaşımın güncel yükünü kaldırabilecek gelişkinlikte bir ilişki biçimi istiyor, siz henüz parti ve örgütler sınıf tabanlarına oturmadığı için bunu gündeminize bile almıyorsunuz, tarihinizi verili koşullar altında, onların ortaya çıkardığı devrimci görevlere göre değil de keyfinize göre yapmak istiyorsunuz, doğal olarak da sonuç geride kalmanız, fırsatları kaçırmanız, düşmana indirebileceğiniz darbeleri indirmekten fiilen imtina etmeniz oluyor.

Belirli tarihsel ve politik koşullar altında oluşmuş cephe ilişkilerinin farklı zaman ve şartlarda, özgün birlikteliklerin “teorik” bir engeli olarak sunulması, (hele de dünya gericilik yılları koşullarında ve Kürt vatanında tüm heybetiyle yanan özgürlük ateşinin kaderi Batı’ya bu kadar bağlanmışken, “Susurluk olayı” gibi siyasal fırsat ve olanaklar yaşanıyorken) teorinin ve deneyin, mekanik kavranışından başka bir anlama gelebilir mi?

Sorunun diğer önemli boyutu, antifaşist savaşım birliğinin örgütsüz ilerici yığınların da açık bir talebi olduğudur. Şehitleri uğurlama törenlerinden, varoşlardaki gösterilere ve öğrenci gençliğin eylemlerine değin değişik alan ve zamanlarda bunun örneklerine tanık olduk. Devrimcilerin veya onların inisiyatifindeki platformların birleşik eylemlerine ciddiye alınabilecek oranda örgütsüz, ilerici, demokrat insan katıldı. Bunlar tekil, istisna örnekler olmanın çok ilerisindedir. İlerici, demokrat kitlelerin bu yönelim ve talebinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Onlar, faşizme karşı çok ağır bedellerle sürdürülen mücadelede, fiili ve moral etkisi güçlü bir pratik sergilenmesini istiyorlar. Söz onları tatmin etmiyor. Faşist cunta karşısında alınan politik, askeri ve moral yenilginin yarattığı ciddi güvensizlikten kurtulamıyor ve henüz desteklerini özel olarak yoğunlaştırdıkları bir parti veya örgütle buluştuklarını düşünmüyorlar. Umut veren (sürekliliğe kavuşmuş), etkili ve sonuç alıcı bir mücadele ve kuvvet talep ediyorlar. Bunun bugün şu veya bu partiyle özdeşleşmediğini ve ancak birleşik savaşımla etkili olunabileceğine inanıyorlar. O nedenle de çoğu kez farklı mücadelelerde birleşik eylem düzenleyen kuvvetlerin toplam sayısını belirgin biçimde aşan nicelikler oluşmasını sağlıyorlar. Gelip eylemlere katılıyorlar.

1995-’96 Nereden Nereye?

1995 yılı, Gazi ayaklanmasıyla birlikte devrimle karşıdevrim arasındaki ilişkilerde belirgin değişimlerin başladığı bir yıl oldu. Devletin 1991’de başlattığı birinci topyekün saldırı, Gazi ayaklanması duvarına çarptı ve dağıldı. Psikolojik üstünlük devrimcilere geçti, onbinlerin katıldığı büyük antifaşist gösteriler dönemi başladı. “Kahraman polis” imajı açık bir darbe yedi. Devlet gözaltında kayıpların sorumlusu olarak, katil ve zalim kimliğiyle deşifre oldu. Gazi ayaklanması, Newroz gösterileri, Hasan Ocak’ı arama ve Kayıplar Kampanyası, 1 Mayıs kutlamaları, Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç ve Sibel Yalçın’ı uğurlama törenleri önemli sıçrama noktaları olarak tarihteki yerlerini aldılar. Devrimci parti ve örgütlerin safları yeni güçlerle dolarken, halk hala yapılabilecek şeyler olduğu düşüncesiyle donandı, yığınlar arasında devrimci duygular daha fazla güçlendi ve etki alanını genişletti.

Bütün bu koşullar altında devrimci hareket, yeni ve büyük hamleler yapma göreviyle karşı karşıya kaldı. Nesnel koşullar son derece uygundu. Ancak beklenen çap ve derinlikte bir sıçrama için tek tek devrimci parti ve örgütlerin çabaları yeterli olabilecek durumda değildi. Birikmiş enerjiyi gecikmeksizin seferber etmek görevini hali hazırdaki durumlarıyla yerine getiremezlerdi, sorunu sürece yayma tutumu ise ortaya çıkmış potansiyelin önemli bölümünün sağa-sola savrulmasına yol açabilirdi.

Marksist leninist komünistler devrimin karakterini dikkate alarak hak ettiğince değer biçtikleri antifaşist birliğe, stratejik önem ve gerçekliğinin dışında, içinden geçilen dönemde güncel politik bir görev olduğu tespitiyle özel bir önem verdiler. Bugün yeni bir devrimci yükselişin subjektif unsurunun hızla ve en büyük kapsayıcılıkla hazırlanması için, birleşik antifaşist savaşımı en elverişli araç ve imkanı olarak değerlendirdiler.

‘95 yılı marksist leninist komünistlerin başta Kurtuluş güçleri olmak üzere, devrimci yapılarla eylem birliği konusunda iradi adımlar attığı bir süreç oldu. Kurtuluş güçlerinin çeşitli devrimci gruplarla ilişkilerinde herhangi bir özel değişikliğin olmadığı bir dönemdi bu. Uğurlama törenleri, varoşlarda ve gençlik alanındaki mücadeleler bunun giderek pekişen örnekleri oldu. Devrimci yapılar bu gelişmeyi ilgiyle izlerken, ilerici, antifaşist örgütsüz kitleler büyük bir memnuniyet içindeydi. Gelişmeler devrimci parti ve örgütlerin alanlar üzerinde yükselen eylem birliğinin yanı sıra, güç birliklerine doğru evrildi. Platformlar güçbirliğinin somut araçları olarak öne çıktı ve yaygınlaştılar.

Marksist leninist komünistlerin Kurtuluş güçleriyle tümüyle bilinçli ve irade tarzda giriştiği bu ilişkiler, devrimci yakınlaşma ve siper yoldaşlığı zeminini oluşturdu. Rıdvan Karakoç için yurtsever yoldaş, Sibel Yalçın için devrimci yoldaş kavramlarını kullanan komünist basın; sorunun stratejik plandaki yerini de göstermiş oluyordu. O süreçte şehit düşen DHKP-C militanları için değişik kentlerde yapılan yazılama ve kuşlamalar, marksist leninist komünistlerin kuvvetlerini hangi ruh haliyle eğittikleri ve hangi yönde ilerlemek istediklerini görebilmek açısından önemli bir veri oldu. Mücadele her iki gücü birbirine daha fazla yakınlaştırdı ve siper yoldaşlığının hissedilmesini sağladı. Yanısıra, her iki tarafta da iyimser düşünce ve beklentilerin öne geçmesini koşullandırdı.

Devrimci hareketin diğer parçalarının bu ilişkiye kuşku ve ihtiyatla yaklaştıkları, esasen “bakalım kaç gün sürecek” ruh haliyle hareket ettikleri ortadaydı. Bunun temel nedeni birbirleriyle her konuda farklı ve mücadele etmek zorunda olduklarını düşünen “49 grup” gerçeği üzerinde yükselen ‘75 sonrası geleneklerdi. İkincisi ise Kurtuluş’un o güne değin ortada başarılı bir birlik pratiğinin bulunmaması, çok tarafı ilişkilerde sekter olduğu yaygın kanısı, özel olarak ‘91’de yüzyüze kaldığı sorunları veya krizi aşmaya çalışırken kullandığı yöntemler nedeniyle dışındaki gruplarla kopan ilişkiler; “Bir yanda ben, bir yanda oligarşi” ruh haliyle hareket edip diğer devrimci güçleri genel bir “sol” veya “oportünizm” nitelemesiyle her olumsuzluğun kaynağı ilan etmesiydi.

Ancak marksist leninist komünistler iki düşünceden hareket ediyorlardı. Birincisi; hangi neden ve biçimle şekillenirse şekillensin tasfiyeciliğe boyun eğmeyen, devrimci yapı ve mücadeleyi sahiplenmekte ısrar eden parti ve örgütler vardır. Bunlardan MLKP ve DHKP-C yönlerini dışa, sınıf mücadelesine dönmüşlerdir ve gelişmelere öncü konumdan müdahale etmeye, varlıklarını buna göre şekillendirmeye çalışmaktadırlar. TİKB, TKP/ML ve TKP(ML) önde gelen militan devrimci kuvvetler arasında olmakla birlikte henüz içe dönük, örgütsel varlıklarını sağlamlaştırma ve büyütme çizgisinde yürümektedirler. Tüm samimi, kararlı çaba ve mücadelelerine rağmen TDP, TkP, TKP-K, Direniş Hareketi, Ekim, TKEP-L gibi yapılar, örgütsel varlık-yokluk cenderesinden tümüyle çıkabilmiş değillerdir.

Bu koşullar altında MLKP ve DH-KP-C’ye merkezi eylem birliği, güçbirliği ve cephe gibi konularda özel görevler düşmektedir. İki parti, bu yönde somut adımlar atmalı ve diğer devrimci parti ve örgütleri de bu yönde zorlayıcı olmalıdırlar. Genel bir mutabakatın sağlanamadığı koşullarda MLKP ve DHKP-C’nin bir partiler cephesi oluşturması tümüyle mümkündür ve bu mücadeleyi geliştirici bir işleve sahip olur.

Marksist leninistlerin yönelimindeki ikinci unsur, DHKP-C’nin gelinen yerde fikri olarak antifaşist birleşik mücadelenin gerekliliğine inandığı, geçmişe eleştirel bir gözle bakmaya başladığı, eski düşünüş tarzının ve geleneklerinin süregiden negatif etkilerine karşın, bu sorunda yüzünü geleceğe dönmeye çalıştığı, bu konuda yazıp çizdiklerinin samimi olduğu değerlendirmesiydi. DHKP-C’nin bir dönem, niyeti veya buluştuğu yeni düşüncelerle eylemi arasında farklılıklar sergileyebileceği, ancak ileriye doğru atılacak pratik adımların bunu asgariye indireceği varsayılmaktaydı.

‘96 başındaki ilişkilere bu koşullar ve değerlendirmelerle gelindi. İki parti arasında güçbirliği ve cephe hedefine bağlanmış görüşmeler gelişti. Görüşmelerdeki aksaklık ve uzamalar bir sorun oluştursa da, iki partinin sürecin somut bir ürünü olarak Avrupa’da Güç ve Eylem Birliği’ni kurması, tüm devrimciler için umut veren bir gelişme oldu.

‘96 başlarından itibaren, diğer devrimci parti ve örgütlerin de gündemine giren bu sorun, devrimci cenahın genelinde ilk kez hak ettiği ciddiyetle ele alınmaya başladı. İlk dönemdeki önemli bazı dogmatik ve sekter yaklaşımlara karşın gelişmeler ERNK’nin de yer aldığı görüşmeler noktasına ulaştı. Sorun, devrimci örgütlerin ve kadroların dikkat merkezine yerleşti ve ölüm orucu saldırısı sürecinde doruğa ulaştı.

Ne var ki iki parti arasında beklenen, sınıf mücadelesinin buyruğu olan adımların atılamaması, görüşmelerde, tartışmalarda, eleştiri ve özeleştirilerde birleştiricilik öğesindeki zayıflıkların biriktirdiği sorunlar ve DHKP-C’nin “Cephe-Meclis” formülünü ön koşul haline getirerek; “Ben grupların değil, halkın birliğinin peşindeyim” teziyle güncel politik görevin yerine getirilme imkanlarını akıl almaz bir keyfilikle küçümsemeye başlaması, antifaşist güçbirliği görüşmelerinin coğrafyamızda ve çeşitli düzeylerde sürdürülememesi, yerel alanlardaki eylem birliği ve “ortak iş”lerin ortaya çıkardığı yakınlaşma ve güvenin sürece dahil edilememesi; ortak pratiklerin detaylara ilişkin eksiklik ve hatalarının abartılarak, çarpıtılarak, hızla ve defalarca her seferinde gündeme getirilmesi, ilk ciddi girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasını koşullandırdı. DHKP-C devrimci kadroların ve halkın ilerici unsurlarının gerekliliğine yürekten inandıkları bu göreve yüz çevirişinin ve ilk girişimin başarısızlığının faturasını MLKP’ye kesmek için sol duyudan yoksun bir “kampanyaya” başladı. Devrimci normları çiğneyen ve güven ilişkilerini zedeleyen sorumsuz bir çizgiye yöneldi.

Tüm bunlardan sonra ‘96’nın genel bilançosunu çıkaracak olursak, geleceğe doğru atılmış önemli adımlara ve biriktirdiği tüm olumluluklara karşın, önemli bir güncel, politik görevi yerine getirme yolundaki ilk ciddi denemenin başarısızlığından söz etmeliyiz.

İki parti arasında güçbirliği ve cephe konusunda sistematik görüşmelere başlanması, bunun sonuçlarından biri olarak Avrupa’da Güç ve Eylem Birliği kurulması ve 1 Mayıs’ta bunun ürünlerinin alınması, Merkezi eylem birliği, güçbirliği ve cephe tartışmalarının devrimci örgütlerin gündemine somut bir sorun olarak girmesi, Birçok parti ve örgütün katıldığı güçbirliği ve cephe sorununu ele alan görüşmeler, tartışmalar yapılması,

Siper yoldaşlığı, devrimci yoldaşlık kavramlarının devrimci kitlede yankı bulması,

Genel direniş ve ölüm orucu saldırısıyla birleşik mücadelenin önem, rol ve değerinin gözler önüne serilmesi geleceğe dönük kazanımlar olarak kaydedilmelidir. Geleceğin inşa edileceği zemini hazırlayan, güçlendiren unsurlardır bunlar.

İlk denemenin veya girişimin gerek iki parti, gerekse de birçok parti ve örgüt arasında bir örgütsel yapı yaratılmadan sonuçlanması ise başarısızlık hanesinin merkezinde durmaktadır. Bunun bir ölçüde kafalarda sarsıntı yarattığı kabul edilmelidir. Sürece tereddütlerinden arınmış olarak girmeyen çoğunluk nezdinde bir hayal kırıklığı yaratan bu durum, somut adımlar bekleyen ilerici, demokrat kamuoyunun güven duyusunda bir zedelenmeyi de beraberinde getirmiştir.

Kurtuluş’un sürecin beklenen sonuçları yaratmayacağı ve kendi başına bildiği yoldan ilerlemesi gerektiği fikrine kapılır kapılmaz, Atılım’a karşı giriştiği en önemsiz ayrıntılar ve muğlaklıklar dahil, her şeyi yıpratma fırsatı haline getirme düzeysizliğine varan “kampanya”sının, ileriye doğru adım atmak isteyen çevrelerde duraksama yarattığı, “her şeyi pratiğin akışına bırakma” şeklindeki kendiliğindencilik eğilimini güçlendirdiği bir diğer olgudur.

Tüm bu olup bitenler karşısında özel bir hayal kırıklığına kapılabilir, “bırakalım herkes kendi yolundan gitsin, henüz mevsimi değil” diyebilir miyiz? Hayır, bu son derece yanlıştır. Çünkü;

1) Bırakalım güçbirliği ve cepheyi, merkezi eylem birlikleri konusunda dahi olumlu bir gelenekten yoksunlukla karakterize olan, birbirlerini devrimci müttefik değil, tersine pratik olarak daha bugünden tasfiye edilecek hasımlar gibi gören ve ‘74 sonrası sürecin ürünleri olan, grupçuluk illetini değişik düzeylerde yaşatan, basit yeniden üretimle yetinen ve tatmin olan parti ve örgütler gerçeğiyle yüzyüzeyiz.

2) Yeni dili, “birlik dili”ni öğrenmek, onu kendi tarzında, birleştiricilik öğesinin mayaladığı tarzda konuşmak, kendi anadiline çevirmeden o dilde düşünmeyi başarmak, bir hamlede gerçekleşecek bir iş değildir.

3) Bu ilişki sistematiği içinde değişik parti ve örgütlerin tutumları, onların ideolojik kimliklerinden bağımsız olarak ele alınamaz. Devrim kavgası, iktidar bilinci, antifaşist birliğin güncel politik görevler içinde tuttuğu yer ve nihayet stratejik plan içindeki anlamı gibi sorunlar parti ve örgütlerin ısrar, birleştiricilik, dil ve yöntem gibi bir dizi tutumlarını etkileyecektir. Bunlar baştan biliniyor. Proleter ve küçük burjuva devrimci parti ve örgütler arasındaki ideolojik mücadelenin kapsamı içindeki bir sorundur bu.

Sonuç olarak yapılması gereken sürecin derslerinin dikkate alınması, ileriye doğru yürütmek için yeni hamlelere girişilmesi, bir parti ve örgütler cephesine gidişi ve bu araçla antifaşist güçlerin birleşik ve örgütlü mücadelesini sağlayacak ilişki biçimlerinin geliştirilmesidir.

Kurtuluş Sorunun Özgünlüklerini Anlama Yeteneği Göstermedi

Kurtuluş, parti ve örgütlerin antifaşist birleşik mücadelesinin aracı olacak, güçbirliği ve cephe sorunlarına klasik “halk cephesi” formülasyonuna uymadığı için itirazda bulunan dogmatik yaklaşımla arasına sınır çekti, fakat meselenin özgün yönlerini yeterince kavrayamadı.

O, farklı kesimlerin verili koşullar altında (gelenekler, alışkanlıklar, örgütsel gerçeklik, tarz vb.) gerçekleştirecekleri ve ancak birleştiricilik yoluyla yaşatıp geliştirebilecekleri “fazla sözün” ayıracağı, siper yoldaşlığının ise pekiştireceği bir ilişki tarzına ihtiyaç olduğunu, birleşik hareketi yaratacak biçimlerden birini, diğerinin önüne engel dikmemek gerektiğini içselleştiremedi. Kafasında ürettiği projeleri esas aldı. Sorun, söz konusu üretimin verili koşullar üzerine oturmamasıydı. Önemli ölçüde, Kurtuluş’un keyfine göreydi. Güçbirliğini “beğenmeme” tutumları, önce yeni bir kültür yaratma savları, detaylara takılmak, yersiz kaygılar taşımak, taktik ayrılıklar veya değişik tarzda anlaşmazlıklar ortaya çıktığında meseleyi yalnızca Kurtuluş’un penceresinden görmek, muhatabının bulunduğu yerden bakmayı başaramamak, özel olarak vurgulanabilecek bazı unsurlardır.

Kurtuluş konuyu salt kendi analiz, hedef ve giderek de ihtiyaçları temelinde ele alınca sorun tümüyle çıkmaza sürüklendi.

Farklı parti ve örgütler, güvensizlik ve aşırı sekter ilişkiler üzerine kurulu gelenek ve alışkanlık dünyasından, politik faaliyetin bir kısmını birlikte gerçekleştirme ve siper yoldaşlığı dünyasına doğru adım atmaya yöneldilerse, orada birleştiriciliği ve devrimci esnekliği elden bırakmayan bir iradeye ihtiyaç duyulduğu kuşkusuzdur. Keza bu ilişkiler içinde zigzagların, geri adımların ve birleşik mücadelenin ruhuna aykırı kimi tutumların boy vermesi de büyük bir sürpriz sayılmamalıdır. Önemli olan bunların yıkıcı, dağıtıcı bir düzeye varmaması, hep aynı grup ve grupların marifeti olmaması, kolektif mekanizmalar yoluyla düzeltilme olanaklarını yaratabilmesidir. Kurtuluş, sorunu böyle doğru bir temelde kavrama, kavrıyorsa da buna uygun davranma yeteneği gösteremedi. Sıfır noktasından zirveye doğru tırmanıldığı değil, zirveden aşağı sürüklenildiği tavrıyla hareket etti. Kurtuluş’un Temel Hatası

Kurtuluş, Atılım’a yönelttiği eleştirilerde ve giriştiği polemiklerde, güncel politik görev olarak öne çıkan antifaşist birleşik mücadelenin gerçekleşme olanak ve yöntemlerini anlayamadığını gözler önüne serdi.

Atılım’ın düşünce ve eleştirilerini “tavan-taban” ikilemi içinde tartışması, “solun birliği mi, halkın birliği mi?” türünden yaklaşımları, “herkesi birleştirme” tezleri, Kurtuluş’un kafa karışıklığının ifadeleriydi. Atılım’la polemiğinin ana unsurları Atılım’a ait değil, Kurtuluş’un en zorlama yorumlarla ona maletmeye çalıştığı düşüncelerdi.

Oysa Atılım’ın düşünceleri açık ve netti.

Mücadeleyi geliştirmek, devrim yangınını büyütmek için nesnel koşullar oldukça elverişli olmasına karşın, Batı’da veya Türkiye’de açık bir önderlik boşluğu var, tek tek parti ve örgütlerin çabaları içinden geçtiğimiz tarihsel ve siyasal sürecin potansiyelini değerlendirmeye, subjektif faktörün hızla güçlendirilmesini sağlamaya yetmiyor. Bu koşullarda, faşizme karşı birleşik mücadele genel bir görev olmanın ötesinde acil-güncel bir ihtiyaç durumundadır. Nitekim, sınırlı da olsa birleşik mücadelenin alanlar temelindeki eylem ve güçbirliği biçimleri, iradi veya kendiliğinden biçimde yaşama geçirilmiş ve yararı da açıkça görülmüştür.

Gerek ilerici yığınlara, gerekse de devrimci güçlere moral üstünlük de kazandıran bu pratiklere karşın, görülmüştür ki anlamlı bir taktik kuvvet oluşturmak, belirgin adımlar atabilmek için, alanlardaki eylem veya güçbirliği yeterli değildir ve olamaz. Öncelikle eylem birliğinin ötesine geçmeye ihtiyaç vardır. Politik gelişmelerin hızı ve yoğunlaşan görevler, alanlara dayalı olanı bir yana, merkezi eylem birliğinin de yetersiz kalacağını apaçık göstermektedir.

Güçbirliği ya da cephe gibi iki tercihle karşı karşıyayız. Kuşkusuz her iki ilişki tarzı da devrimci parti ve örgütler, onların güçleri temelinde yükselecektir. Henüz sınıf tabanına oturmamış, proleter veya küçük burjuva sınıfların önderlik konumunu kazanamamış örgütler arasındaki bu ittifak biçimi klasik “halk cephesi”yle özdeşleştirilemeyeceği gibi, yadsınamaz veya ertelenemez de.

Antifaşist parti ve örgütlerin güçbirliği veya cephesi sürekli bir ilişki, ortak karar mekanizması, tarafların pratik politikaları birlikte üretme veya geliştirme platformudur. Tek tek parti ve örgütler politik faaliyetlerinin bir bölümünü bu ortak iradeye tabi kılacaklardır. Ayrıntıları bir yana bırakarak vurgulamak gerekirse, bu sistematik merkezi ilişki kendisini işçiler, gençler, emekçi memurlar, kent yoksulları vb. içinde, bir başka ifadeyle alanlar temelinde var edecektir. Bunun başarılamadığı koşullarda bir imza birliğine dönüşüp yozlaşması kaçınılmazdır.

Eğer devrimci parti ve örgütler böyle bir adım atarlarsa, geliştirilecek mücadele içinde örgütsüz ilerici yığınları seferber etmek, giderek de örgütlemek, antifaşistleri, burjuva çerçeveyi aşamayan reformist güçleri de eylem birliğine zorlamak olanaklı olacaktır.

O halde, faşizmin yıkılışını iktidar hedefine bağlayan, böyle bir stratejik planla hareket etmeyi esas alan, bugün yasallaşma ve barışçıl gelişme stratejisiyle karakterize olan reformculukla arasına net bir çizgi çeken antifaşist güçlerin merkezinde duracağı bir birlik esas alınmalı, devrimci parti ve örgütlerin güçbirliği ya da cephesi kurulmalıdır. Bu güncel politik görev başarıldığı ölçüde, örgütsüz ilerici yığınların devrimci mücadeleye seferber edilmesi ve reformcu çizgideki antifaşistlerle eylem birliği veya daha gelişkin ilişki tarzlarına dair olanaklar bir gerçeğe dönüştürülecektir.

Devrimci örgütlerin tesadüflere bağlı olmayan gelişmelerin peşinden koşmayacak, düzenli ve irade oluşturacak bir ilişki tarzı geliştirmelerinin güncel politik bir görev olduğu koşullarda, eğer geniş bir yelpazeyi biraraya toplamak için cepheden değil de güçbirliğinden başlamak gerekiyorsa oradan, merkezi eylem birliğiyle güçbirliği arasında bir geçiş noktası olarak merkezi koordinasyondan yola çıkmak gerekiyorsa, o noktadan hareket edilmelidir. Ancak bu, örneğin bir cephe’ye hazır olan iki ya da daha çok partinin böyle bir adım atmasının engeli değildir.

Kurtuluş’un sorunu ele alışında ise “meclis” merkezli bir yaklaşım ortaya çıktı. “Halkı birleştirmek ve savaştırmak” amacına bağlı bir planla hareket edilmesi gerektiğini ilan eden Kurtuluş, bunun devrimci parti ve örgütlerin “tepe”de güç birliği, cephe vb. kurmasından değil, “taban”dan meclisler formülüyle gerçekleşeceğini, parti ve örgütlerin ilişkilerinin böyle bir zeminde bir değer taşıyacağı, meselenin “sol”un birliğinden çok daha kapsamlı olduğunu ileri sürdü.

Kuşkusuz, “halkın birleştirilip savaştırılması”, enerjisi olan ve isteyen herkesin antifaşist mücadeleye seferber edilmesi, hiçbir koşulda itiraz kabul etmez hedeflerdir. Sorun, bunların hangi yoldan gerçekleştirileceğidir.

Düzen partilerini destekleyen insanların bile katılacağı genişlikte meclisler ve yasal faaliyet sürdüren tüm kurumların “demokratik muhalefet meclisi” formülasyonu bunun yolunu açıyor mu? Devrimci parti ve örgütlerin güçbirliği veya cephesi böyle bir ön şarta bağlanabilir mi?

Politik koşulları, yığınların durumunu, karşıdevrimin güç ve taktiklerini doğru analiz edenler için hayır. Kurtuluş’un yaptığı arabayı atların önüne koşmaktır.

Her şey bir yana, bugün gerek halkın ilerici, duyarlı, hareket halinde, fakat politik örgütlülüğün dışındaki kesimlerini mücadeleye katabilmek, gerekse de reformcu güçlerle devrimci stratejiye hizmet eden antifaşist birlikler yapabilmek için, devrimcilerin antifaşist birliğini sağlamak gerekiyor. Bugün bunun bir başka yoldan sağlanması imkansızdır. Kurtuluş’un temel hatası bunu kavramamak, memnuniyetsizlik içindeki yüzbinleri, hiç olmazsa onbinler halinde seferber etmenin “meclis” gibi bir örgüt biçimiyle olanaklı olduğu sanısı ve bunları (diğer gruplar kabul etmediği için) kendi başına oluşturmak amacıyla, dışındaki devrimci parti ve örgütlerle birlikteliğini zayıflatmak, hatta bozmaktır.

Atılım’ın Önerileri ve Kurtuluş

Kurtuluş’un iddialarına inanacak olursanız, Atılım bir “tepe birliği”, yalnızca grupların biraraya getirileceği bir model öneriyor. Oysa perspektifin merkezinde halk durmalıdır. Önemli olan budur. “Sol”un birliği, bu zeminde bir anlam taşır ve “tepe birliği” ancak tabandaki dayanakları üzerinde bir anlaşma sağlanırsa kurulabilir. Kurtuluş’un böylesi iddialar ve tezler ileri sürmesine yol açan nesnel dayanak nedir? Atılım’ın, “meclis”ler ve “Demokratik Muhalefet Meclisi” fikrini yanlış bulması, bugün bunları devrimci parti ve örgütler cephesinin ayakları olarak görmemesi. Peki Atılım bir mücadele birliği önerdiğine ve bunun da ancak alanlar üzerinde varedilebileceğini ileri sürdüğüne göre, güçbirliği veya cepheyi bu temelde somutlaştıracak önerilere sahip değil mi? Hayır sahip. Diyor ki, örneğin bugün çeşitli türden birlikler, platformlar uygun araçlardır. Devrimciler bunları daha da geliştirip, yetkinleştirebilirler. Örneğin sendikalar, dernekler vb. içindeki güçler bu yapılarda, devrimci etkiyi geliştirebilirler, örneğin özgüçlere dayalı kampanyalar vb. düzenlenebilir. Araç birden fazladır. Bu yaklaşım Kurtuluş’un “yeni olana uzak durmak, varolanla yetinmek” tarzı eleştirileriyle karşılaşıyor. Tam bir keyfilik ve içeriğinden boşaltılmış bir yaklaşımdır bu.

Marksist leninist komünistler, her şeyden önce güçbirliği veya cepheyi alanlarda -en azından bu süreçte- tek bir örgütsel biçime bağlamayı doğru görmüyorlar. Hangi örgüt biçimleriyle yürüneceği sorununu ise esasen kurulacak cephenin çözeceği bir sorun olarak değerlendiriyorlar. Dahası, farklı şehir ve alanlarda değişik biçimler ve bunların ötesinde özel ilişki tarzları geliştirilebileceğini düşünüyorlar. Mücadelenin düzeyi, tek tek örgütlerin durumu ve özgül görevler gibi faktörler, bunu koşullandırıyor çünkü.

Tüm bu düşüncelerin merkezinde ise, devrimci parti ve örgütlerin birliği duruyor. Ana güç, yönlendirici unsur ve motor kuvvet budur. Fabrikalarda, sendikalarda, öncü işçilerin biraraya getirilmesinde, bir işçi iradesinin yaratılmasında, işçi ve memur sendika platformlarında, semtlerde, yöre derneklerinde, varoş platformlarında, okullarda, öğrenci platformlarında ve derneklerde, gözaltında kayıplar, tutsak aileleri, sosyalist basın vb. alanlarda devrimci parti ve örgütlerin birleşik davranışı, ortak devrimci inisiyatifi en ileri düzeye çekilmeli, özgüçlerin merkezinde duracağı politik refleksler (kampanya, gösteri, bölgesel eylemler) örgütlenmelidir. Örgütsüz ilerici yığınları mücadele içinde birleştirmek ve de reformcu antifaşist güçlerle çeşitli düzeyde birlikler sağlamak ancak bu şekilde mümkün olur ve yine ancak bu temelde devrimci amaçlara bağlanabilir.

Birleşik bir devrimci merkez ve irade yaratmadan atılacak adımların, bugün sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını yanıtlaması olanaksızdır.

Atılım 15 Haziran ‘96’da şöyle yazmıştı:

“Tam da böyle bir süreçte ve güncel bir siyasal görevin yerine getirilmesinde bu kadar gecikilmişken bir antifaşist savaşım cephesi (muhatap parti ve örgütlerin saplantılarından kaynaklanan nedenlerle bunun gerçekleştirilememesi halinde ise bir güçbirliği) konusunda ısrarlı ve amaca uygun bir mücadele yürütmek yerine ‘önemli olan örgütlerin değil, halkın birliğidir’ şeklinde özetlenebilecek bir yola girmek ciddi bir zigzagdır. Asıl görev ve gündemin yerine, ‘demokratik muhalefet meclisi’ ve ‘meclisler-meclislerin oluşturacağı cephe’ tartışmasının geçirilmesi en başta bu açıdan yanlıştır. Halkı birleştireceği umulan meclisler projesinin tartışılması gereken içeriğe dair yönleri, ürün verip vermeyeceği, bunun hangi dönemde başarılacağı bir yana, her gün kendini öne çıkaran mücadele görevlerinin devrimcilere bir zaman kredisi tanımadığı görülmek zorundadır. Kurtuluş’un gerçekleştirmek üzere kolları sıvadığı proje ve buna dair tartışmaların yarattığı toz duman, devrimci hareketin gerçek gündemini ve acil ihtiyacını perdelemektedir.

Arabayı atın önüne koşmamak gerekiyor. Bugün devrimci gelişme ve halkın örgütlenip savaştırılması, ‘reformcular ve yasal tasfiyeciler de dahil herkesi’, ‘örgütsüz bireyleri’ biraraya getirecek protestolardan değil, savaşan güçlerin cephesini kurmaktan geçiyor.”

Şimdi düşünelim, bu süreçte Kurtuluş, “meclis”ler yolundan ilerleyerek nereye vardı, nereye varacak? Önce bu fikri kabul etmeyen devrimci parti ve örgütlerle ilişkisinde geriye doğru bir gidiş oldu. Güçbirliği ve cephe yolunda son birkaç yılın bu ilk ciddi denemesi, bu uğurda harcanan devrimci çabalar başarısızlığa uğradı. İki parti arasında kurulan “Avrupa’da Güç ve Eylem Birliği” bozuldu, nedenine dair bir sis bulutunun ardından “Avrupa’da da meclislerin mümkün olduğu” ilan edildi!

“Zaman kredi tanımıyor”du. Devrimci hareketin önüne, Türkiye’de veya Batı’da işçi, emekçi ve gençlik kitlelerini doğrudan düzene karşı olmasa bile faşist rejime karşı mücadeleye çekebileceği, gündemi belirleyebileceği bir “Susurluk” imkanı çıktı, fakat sürece bir güçbirliği veya cepheyle giremeyen bu kuvvetler doğal olarak hızla ve bir-iki slogan etrafında ortak bir hareket başlatamadılar. Aynı hedefe yöneltilmiş çabalar, ayrı ayrı kalınca etkisizleşti. Güçlerini bağımsız bir tarzda olmasa bile birleşik bir hareket etrafında seferber edebilecekler atıl kaldılar, bazı gruplar ise sürecin gerektirdiği taktiğe karşılık düşmeyen özgüçlerine dayalı oldukça dar yasadışı grup gösterilerini denediler. Meydan, düzen partilerine ve reformcu çevrelere kaldı. Sloganlar, tartışma gündemi ve hedefleri esasen onlar tarafından şekillendirildi. Sonuçları DİSK, KESK ve Türk-İş mitinglerinde görüldü. Acaba bir güçbirliği veya cephe koşullarında durum böyle mi olurdu?

Devam edelim: Aylarca süren sabırlı çalışmaların ardından, kuruluşu Susurluk öncesi ilan edilmiş sünnet vb. bazı sosyal etkinlikler göstermiş, halk meclisleri projesi için örnek olacağı varsayılan “Gazi Halk Meclisi” gibi bir araç da vardı, sürecin başında ve Kurtuluş, bu örgütlülüğü yeterince propaganda etmişti.

Marksist leninist komünistler “Gazi Halk Meclisi” adıyla girişilen örgütlenme karşısında, devrimci bir tutum almışlardı. Genel olarak sürecin dayattığı güncel siyasal görevler, devrimci parti ve örgütlerin güçbirliği veya cephesi ile bunların alanlarda kendilerini varediş biçimleri konusunda düşüncelerini açıklamış “meclis” tasarısını eleştirmişlerdi. Ancak “Gazi Halk Meclisi” girişimi başladığında devrimci örgütlerin alışılagelmiş davranışlarının aksine bir karşı ajitasyon geliştirmemişler ve dahası o çalışmalar içinde yer almışlar, eleştiri ve önerileriyle Kurtuluş’un devrimci çabalarına destek olmaya gayret etmişlerdi. “Gençlerin uzak durması”, “keskin” önerilerde bulunulmaması gibi istekleri dikkate almışlar, Gazi’deki gözaltı-ları protesto için basın açıklaması önerisi reddedildiğinde bile ‘anlayışlı” olmuşlardı. Böylesi olguları özel olarak kamuoyu önündeki bir tartışmanın konusu haline getirmemişler, çalışmaların kendi mecrası içinde akmasına herhangi bir engel çıkarmamışlardı. Süreç, rejimin kan içici kimliğinin ve çürüme düzeyinin gözler önüne serildiği, “Susurluk Kazası”na vardığında, “Gazi Halk Meclisi” ilk politik tavrını ortaya koymak üzere, semtte bir basın açıklaması yapacağını ilan etti. Sonuç; bırakalım temsil edildiği varsayılan kitleyi, “meclis”in kurucuları bile yoktu orada. Süreçte yapılan bir toplantıya ise sadece bir düzine insan katılmış, gündem Gaziosmanpaşa Belediyesi’ne kimlerin gidip gitmeyeceğiyle tüketilmiş. Aylarca süren çaba, harcanan onca emek, devrimciler arasındaki ilişkilerde gösterilmeyen fakat, “dürüst ve namuslu” insanlara “meclis” uğruna gösterilen anlayış, hoşgörü ve birleştiricisi olma gayreti sonunda varılan nokta buydu. Ve çok şaşırtıcı da sayılmazdı.

15 Haziran tarihli Atılım’da şunlar söyleniyordu:

“Örgüt biçimleri mücadelenin ihtiyacı olarak gündeme gelirler. Kürdistan’da bu denli yaygın ve belirgin olmasa bile, en azından Türkiye’de, özgürlük mücadelesi içinde yer alanların ya da belirli bir alanda etkin muhalefet yürütmek isteyenlerin birleşik mücadele ihtiyacı olarak “platformlar”, çeşitli türden “birlik”ler ortaya çıkmış ve devrimci etkinin bulunduğu her durumda işlevli olmuşlardır. (...) Bunlar, projelerin değil, düpedüz mücadelenin ortaya çıkardığı biçimlerdir ve ihtiyaçlara, savaşımın subjektif durumun düzeyine uygun oldukları için de yaşama yeteneği göstermişlerdir. Bugün devrimcilere düşen bunları yaygınlaştırmak, devrimci etki yoluyla zaaflarından arındırıp, tutarlı hale getirmek, sağlıklı bir işleyiş düzenine ve mücadele rotasına kavuşturmaktır. İşlevi tükenmemiş, geliştirilebilecek böylesi yapılar varken bunu aşan bir derinlik ve genişlikte meclisler kurmaya yönelmek, sıkıca yere basmaktan vazgeçmektir, zorlama bir tutumdur. Neden? Çünkü önerilene göre meclisle güdülen amaç, henüz hiçbir politik yapıya angaje olmamış, hatta reformcu düzen partilerinin etkisi altındaki insanları da kapsayacak genişlikte, kararı alanlar, dolayısıyla uygulama sorumluluğu bulunanlar olarak, onları harekete geçirici yapılar yaratmaktır! Fakat böylesi yapılar, dünyanın her yanında mücadele araçları olarak, ancak çok güçlü savaşımların ürünü olarak gündeme gelmemişler midir? İntifadasız, serhıldansız, ayaklanmasız ya da az-çok sürekliliğe kavuşmuş devrimci kitle eylemlilikleri olmaksızın, üstelik de faşizm koşullarında böyle ‘halklaşmış’ yapılar nasıl yaşatılacaklardır? Onların üzerinde yükseldikleri tabanda işlevsizleşmeleri, bundan kaynaklı olarak yozlaşmaları nasıl önlenecektir?

Aslında birer gizli dernek olan bu meclisleri, iddia edilen kapsam ve rolde ayakta tutmak kendi başına bir sorun olacaksa, bunun nedeni, içerik ve biçim olarak henüz ihtiyacın bir ürünü olmadığı gerçeğinde aranmalıdır. Diğerlerini bir yana bırakalım, serhıldan dalgasının geriye çekildiği Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan sonuçları inceleyerek bile doğru düşünceleri yakalayabiliriz.

Eğer belirtildiği, amaçlandığı gibi ‘örgütlenmenin halklaştırılması’, ‘savaşın halklaştırılması’ gibi rollerini oynayamadıkları ve işlevsizleştikleri noktada, buna göz yumulmayacak ve bunları faşizme karşı özgürlük mücadelesinin bir aracı olarak değerlendirmek çizgisinde hareket edilecekse, bu kez de örgütlü devrimci güçlere doğru daraltmak zorunluluğuyla yüzyüze gelinecektir. Bugünkü mücadelenin gerçeği budur. İstanbul’un belirli yönleriyle tartışma konusu yapılabileceğini varsaysak bile, en büyük sanayii kentleri de dahil Türkiye’nin diğer şehirleri üzerine yapılacak soğukkanlı bir tartışma bunu ortaya koyacaktır.”

Bir başka örneği daha hatırlayalım. Atılım, reformist güçlerle eylem birliğini vb. sağlayacak yol, devrimci güçlerin birlik ve eyleminden geçiyor, merkezde tutulması gereken güncel politik görev, bunu en yüksek düzeyde sağlamaktır düşüncesini ısrarla vurgulamıştı. 6 kasımda Beyazıt’ta bunun tipik bir örneği yaşandı. İstanbul’daki üniversite gençliğinin güçbirliğinden başka bir şey olmayan ÜöP’ün ısrarlı, kararlı mücadelesi sonunda Beyazıt Meydanı’ndaki gösteri, reformist güçler de dahil tüm ilerici, devrimci gençlik güçlerini birleştirdi. Merkezi gösteriye karşı olduğunu ilan eden EP’in sesini kendinden başka duyan olmadı, hatta EP gençliği de Beyazıt’taydı. (Burada ölüm orucu sürecinde, birleşik devrimci hareketin reformist güçleri sokağa, kendi tarzlarında eyleme sürüklediği de hatırlanmalıdır.)

Tersinden bir örnek verelim: “Susurluk olayı” sürecine ilişkin daha çok antifaşist birey ve aydınlardan oluşan “Çağrı Grubumun sadece bir propaganda ve reklamdan öteye gitmediği görüldü. Ne kadar sorumlu ve dürüst olurlarsa olsunlar, tutarlı devrimci ve demokrat insanların çağrılarına uyacak, etkinliklere katacak güç bulmaları, bu anlamda “yürütme” işleviyle görev yapmaları beklenemezdi. Zira bu işi örgüt, parti ve kurumlarla yapabilirdi. Nitekim, “Çağrı Grubu” -ki tümü katılmadı- ilk toplantısından sonra işlevsizleşti, dağıldı. Onun yerine, işi omuzlayıp götüren çeşitli parti ve platformlar oldu.

Kuşkusuz, içinden geçtiğimiz süreçte Atılım ve Kurtuluş’un analiz, öneri ve pratiklerinin yaşam tarafından sınanmasının sonuçlarını bekleyecek denli zaman bolluğu içinde değiliz. Pratik adımlara ihtiyaç var.

Kurtuluş, yeni adımlar için, ağırlıklı olarak örgütsüz insanların örgütleneceği, bunların kararlarda söz sahibi olmaktan kaynaklı olarak pratikte de kendilerini sorumlu hissedecekleri ve daha büyük çapta güçlerle mücadeleye katılacakları beklentisine dayalı “meclisler” projesi ile küçük burjuva reformcu hatta burjuva reformist güçleri de kapsayacağını varsaydığı bir “demokratik muhalefet meclisi” öngörüyor ve yegane çıkış yolu olarak sunduğu bu iki örgütsel biçime dayalı bir cephe modeli öneriyor. Bir başka deyişle “meclisler” ve “demokratik muhalefet meclisi” projelerini, bir güçbirliği veya cephenin önkoşulu haline getiriyor.

Atılım’ın örgüt biçimlerinin masa başında değil ihtiyaçlardan kaynaklı olarak yaşam içinde üretileceği, bugün gizli veya yarı legal dernek durumundaki “meclislerce halkı örgütleme projesinin koşullardan ve ihtiyaçlardan soyut bir yaklaşım olduğunu; işçi sınıfının sendikalar, sendika şubeleri platformları içinde tutum geliştirilmesini ve bu çalışmanın işyeri temsilcileri ile öncü işçiler meclisi gibi yeni araçlarla takviye edilmesini, keza aynı olanakların memurlar içinde var olduğunu; öğrencilerin üniversiteler platformu ve dernekler; varoşların platformlar, dernekler ve yöre dernekleri; tutsak yakınlarının, anaların, sosyalist basının, gözaltında kayıplara karşı mücadele edenlerin, sanatçıların vb. platformlar tarzında örgütlendiğini; devrimcilerin güçbirliği veya cephe tarzında ortak bir merkez yaratarak, yukarıda belirtilen örgütlülüklerde ağırlık koydukları oranda, hem halkın ilerici kesimlerini daha büyük kitleler halinde mücadeleye çekebileceklerini, hem de bu kararlı birliktelik ve eylem gücü sayesinde reformistleri daha ileriye, faşizme karşı devrimcilerle çeşitli birlikteliklere itebileceklerini söylüyor.

Atılım, bu düşüncelerini ifade ederken gelişmenin gerçeklerinden, olabilecek ve gerçekleşebilecek olandan hareket etti. Kurtuluş güçleriyle olduğu gibi, yurtsever hareketiyle de eylem birliği ve “orak iş”ler geliştirmeye özel önem verdi. Çünkü yurtsever hareketi de güçbirliği ve cephenin temel bir ayağı idi. Yurtsever hareketle dayanışmaya girdi, ortak etkinlikler gerçekleştirdi. Özgür Ülke’in bombalanması sürecinde, PKK tutsaklarının siyasi talepli açlık grevinde etkin katılım ve dayanışma gösterildi. Seçimlere ortak girilmesi ve HADEP’in desteklenmesini, DEK’in birlikte örgütlenmesi ve UGKK’da ortak hareket edilmesi belli başlı olanlarıydı. Aslında yerel alanlardaki bu eylem birliği ve ortak etkinlikler, birleşik mücadeleyi nereden geliştireceğimizi de gösteriyordu. Görüldüğü gibi, Atılım’ın öngördüğü araç ve biçimler, bu pratik gerçeklerin ortaya çıkardığı, işlevli kıldığı veya o potansiyeli taşıdığı araçlar ve biçimlerdir ve pratik ihtiyaçlara tekabül etmektedir.

Bu tablodan sonra sorulması gereken şudur: Hangi politika güçbirliğine, cepheye engeldir? Kurtarıcı olacağı varsayılan bir proje ileri sürüp, güçbirliği veya cephe bunun ön kabulüne bağlıdır demek mi, yoksa mücadele içinde yaratılmış, benimsenmiş, işlevli ve takviye edilebilecek yapıların, ortak devrimci merkezin güç ağırlığı ve taktikleriyle en geniş yığınların dikkat ve eylem merkezi haline getirilme önerisi mi? Hemen başlangıç noktası yapılabilecek ve geliştirilecek olan nedir?

Ve okuyucu, Atılım’ın önerilerini dikkate alarak düşünmelidir; Kurtuluş’un Atılım’ı “taban birliği istemiyor” temelinde eleştirisi ne kadar gerçekçidir, ne kadar nesneldir, devrimci eleştirinin hakkaniyetine ve ruhuna ne kadar uygundur?

Antifaşist Birlik ve Devrimci İlişkilerde Kurtuluş Tavrı, Örnek Olabilir mi?

Kurtuluş gazetesi bir dönemdir, özellikle de eylül, ekim ve kasım ayları boyunca Atılım’a ve marksist leninist komünistlere yönelik çoğu tırnak içine alınacak cinsten eleştiri yazılarını yoğunlaştırdı. Adeta bir kampanyaya dönüştürdü.

Devrimci eleştiri ve polemik elbette kaçınılmazdır. Yeter ki devrimci yoldaşlık ilişkilerini bozup, yıkmaya dönük olmasın, ideolojik mücadelenin devrimci bir zeminde yürütülmesine hizmet etsin, gerçeklik duygusunu yitirmişliğin ve keyfiliğin ifadesi olmasın.

Oysa Kurtuluş en basit sorunları ve tartışmaya muhtaç konular dahil, her şeyi bir “eleştiri” fırsatı haline getirdi. Mademki güçbirliği ve cephe görüşme ve ilişkiler tıkanmaya, albenisini yitirmeye başlamıştı, mademki yarı umutsuz ve bıkkın bir ruh hali tartışmaları baskı altında tutma düzeyine varmıştı, mademki birleşik mücadeleyle atılan pratik adımlar ve üzerinde yükselinecek güçlü bir zemin olmaktan çok “ganimetin paylaşılması” üzerine küçük burjuva rekabet şeklinde yozlaştırılmaktaydı. Öyleyse Kurtuluş’un en önde olmaması için hiçbir neden yoktu. Aksi halde “liberal”, “somutu tartışmayan”, “uzlaşmacı” vb. konuma düşebilirdi! Üstelik koşullar birlik ipini örüldüğü yerden koparmak ve suçu muhatabına yüklemek için iyi bir fırsat sunuyordu!

Kurtuluş böyle bir yola girdi. Eleştiri adına söylenenlerin kilitlendiği odak noktası, Atılım’la köprüleri atarken ya da devrimcilerin mücadele birliğini sıçratacak ortak bir devrimci merkez yolunda harcanan çabaların, atılan adımların olumsuz bir sonla noktalandığını ilana hazırlanırken “suçları” muhatabına yıkarak, Atılım ve Kurtuluş okurları arasında psikolojik gerilim ve duvar örmek, diğer devrimci çevrelere “Biz yandık, siz yanmayın” mesajı vermek! Eleştiri adına yazılanların üslubunu ve ruhunu bu yaklaşım belirlemiştir.

Yazdıklarını esas alacak olursanız, Kurtuluş harika bir konumdaydı, yazık ki Atılım (Türkiye “sol” hareketinin daha köklü olarak da “Arnavutluk kültürü”nün bir sonucu olarak) her şeyi bozmuştu.

Bunu “kanıtlayabilmek” için yalnızca istediğini görme, istediğini duyma yolundan yürümek dışında bir seçeneği bulunmuyordu. O da öyle yaptı.

Biz yazdıklarını ve yaşananları ele alarak gerçeklik duygusunu kaybetmenin, aksayan-bozulan şeyler olduğunda, fırsatçı-pragmatist bir yola girmeye hazır olmanın, devrimci güçbirliği veya cephenin olmazsa olmaz koşulu olan birleştiriciliği veya devrimci esnekliği “uzlaşmacılık”, “idare-i maslahatcılık” gibi görme zaafının ve de kendine liberal, başkasına sekter olmanın yarattığı trajik görüntüleri Kurtuluş’un görüş açısı içine taşımaya çalışacağız. Kendi gerçeğine bir de bu noktadan bakması yararlı olacaktır. Keza Kurtuluş’un, her şeyi fırsat haline getirerek olur olmaz her yerde ve durumda tekrarlayıp durduğu ve gerek her iki dergi ve gazete okurları, gerekse de devrimci kamuoyu nezdinde açıklığa kavuşturulması mutlak bir zorunluluk haline gelen bazı zorlama, temelsiz, hatta devrimci güven ve saygı ilişkilerini tahrip eden iddialarını ele alacağız.

Bu aynı zamanda, yeni dönemde devrimci gruplar arasındaki ilişkilerde, sorunun muhatapları açısından nelere özen gösterilmesi, hangi unsurların hesaba katılması, nesnellikle subjektivizmin sınırlarının nerede bulanıklaşabileceği gibi konularda belirli deneyleri özümsemeye de yardımcı olacaktır.

Tek tek örnekler üzerinden tartışmaya girişmeden önce vurgulamak gerekir ki; devrimci hareketin tarihinde başarılı, işlevli güçbirliği ve cephe deneyimleri yoktur. Fakat bu yolda değişik dönemlerde birçok girişimde de bulunulmuştur. Bunlar incelendiğinde görülmektedir ki; işler sarpa sarmaya başladığında, taraflar işin kolay yolunu suçu, sorumluluğu muhataplarına yıkan analizler ve eleştiri tarzı ile hareket etmekte buluyorlar. Devrimci hareketi bir milim ilerletmeyen, mücadelenin sorunlarının çözümüne zerre kadar katkısı olmayan bu geleneğin, devrimci hareketin işte bu çürük yanının yeni bir örneğini veriyor “Kurtuluş.”

Peki, tamam, bu girişim başarılı olsaydı, başarının yapıcısı yalnızca muhataplarınız mı olacaktı? Bunu kabul edebiliyor musunuz? Sorumluluktan kaçarak bir yere varamazsınız. Yenilgi ya da zafer, başarı ya da başarısızlık taraflarının sorumluluğu üstlenmediği “ortak çalışma”, “eylem birliği”, “güç birliği”, “cephe birliği” olur mu?

Devrimci hareketin tarihindeki geri, çürük geleneklerin tekrarına, kendi payımıza izin vermeyeceğiz. Çok iyi biliyoruz ki, devrimci hareket bu gelenek ve özelliklerinden koparak ilerleyecektir. Biz bu kültür ve tarzla yürüyoruz, geliştirmeye de kararlıyız.

Amaç, Araç ve Kurtuluş’un “Birlik Sınavı”

Kurtuluş diyor ki; “1 Mayıs’ta şöyle şöyle birlik yapalım önerisini getirmedi mi DHKP-C? Alınan kararlara sonuna kadar bağlı kalmadı mı?”

1 Mayıs sonrası sayılarda da her uygun fırsatta gündeme geldi bu. Devrimci kamuoyunu gerçeğin bir kısmını yazarak bilgilendirmeyi içine sindirebildi Kurtuluş. Bu onun “eleştiri” ve “tartışma” kültürüne derinden sirayet eden unsurlardan biridir.

1 Mayıs öncesi iki parti görüşmüş. 1 Mayıs’ta kortejlerin önünde iki imzalı bir pankart taşınmasında hemfikir olmuşlar. DHKP-C diyor ki; pankart sloganı olarak “Birleşelim, savaşalım, kazanalım” belirlendi. MLKP diyor ki; DHKP-C’li arkadaşlar bunu önerdiler ancak, söz konusu toplantıda slogan meselesi karara bağlanmadı, esasen ilgili alan belirleyecek. Bir anlaşmazlık var. Can sıkıcı, fakat bir olgu. Daha sonraki görüşmeler için daha yüksek bir özen gösterilmesi dersini veriyor.

Fakat 1 Mayıs’ın öngünüdür. Fazla zaman yoktur. MLKP, ortak pankart meselesi önemlidir, “önceden karar var” saplantısıyla hareket etmemek gerekiyor, “Birleşelim, savaşalım, faşizmi yenelim” sloganıyla sorunu çözelim diyor. Yıllardır DHKP-C’nin kullandığı bir sloganı ortak slogan olarak önermenin doğru bir tutum olmadığını, yanı sıra sloganda somut bir hedef de göstermek gerektiğini vurguluyor.

Amaç her iki partinin kortejlerinin en önünde iki imzalı bir pankart taşıyarak, devrimci parti ve örgütler ile ilerici kamuoyuna güçlü bir mesaj vermektir. Pankart bir araçtır, slogan da öyle. Birlik ruhu ve mantığına uygun davranılarak sorunun çözülmemesi için hiçbir neden yoktur.

DHKP-C, soruna böyle yaklaşmayı başaramaz. Onun için önemli olan belirlenmiş sloganın (DhKP-C, söz konusu sloganın ortak belirlendiğine ilişkin savının bir yanlış anlamadan kaynaklandığını daha sonra belirtip, düzeltme gereğini duymuştu) kullanılmasıdır. Ya “Birleşelim, savaşalım, kazanalım” sloganını kullanılacak ya da kortejlerin önünde taşınacak ortak imzalı pankart kararı iptal edilecektir. Amaçla araç böylesine karıştırılmıştır birbirine.

Sonuçta “Birleşelim, savaşalım, faşizmi yenelim” sloganı veya değişik ortak bir slogan kabul edilmez, iki imzalı pankart taşınmaz. Blok olarak arka arkaya yürüme ve belirlenmiş çeşitli sloganları ortak atma ve bunları gazetelerde yayınlama kararı alınmasına karşın, gazetede söz konusu sloganlar yazılmaz, DHKP-C alanda buna da uygun davranmaz.

Kurtuluş, bu gelişmelerde DHKP-C’nin doğru bir tutum içinde olduğu inancıyla her fırsatta MLKP’ye eleştiri okları fırlatıyor! Oysa ortada savunulabilecek mantıklı, amaca uygun bir davranış yoktur.

Konuya yaklaşımda iki örnek daha sunalım:

1 Mayıs gösterisinde kortejlerin atacağı ortak sloganlar belirlenmiştir. Amaç son derece güzeldir. Sloganların belirlenmesinde birimler yetkili kılınmış, onlar ise adeta “iki senden, iki benden” tutumu almışlardır. DHKP-C’liler, MLKP’lilere durumu bildirip, yeni sloganlar önerirler, sorun hemen çözülür. MLKP’liler “Artık karar alınmıştır, yapılacak bir şey yok” vb. demezler. Amaç ve araç ilişkisini doğru kurmuşlardır çünkü.

1 Mayıs’ta ortak metin okunacaktır. Gruplar arasında görüşmeler yapılır. TİKB’liler metine bazı vurgu ve kavramlar nedeniyle itiraz yöneltirler. Belirli bir gerginlik olur. Metni DHKP-C’liler hazırlamışlardır. Söylemine, vurgularına ortak bir metin olduğunu dikkate alan bir özen gösterdikleri söylenemez, fakat TİKB’lilerin tutumunda da tepkisellik, imzalamama düzeyindedir. MLKP’liler devreye girer. Bazı kavramların, vurgularını değiştirilebileceğini fakat TİKB’lilerin de bu denli bir katılık içinde olmamasını hatırlatır. Uygun düzeltmeler yapılır, sorun çözülür. DHKP-C bunu pek de makbul bir tavır saymaz. Doğrusunun hiçbir değişiklik yapmamak olduğunu vurgular. Ancak o koşullarda “uzlaşmayı” sineye çeker!

Oysa amaç birçok devrimci parti ve örgütün 1 Mayıs gibi özel ve dikkat merkezinde duran bir günde ortak bir metin okumalarıdır. Çok gerekiyorsa bu yarım sayfalık bir açıklama haline bile getirilebilir. Daha güçlü adımlar belki de böylesi biraz titrek adımlarla gelecektir.

Kaldı ki, ortak metin sorumluluğunu alanların, diğer grupları birçok itirazda bulunmak zorunda bırakacak bir özensizlikle hareket etmemelidirler. Oysa bunun çoğu kez dikkate alınmadığı bir sır değildir.

Bunlar da MLKP’lilerin tavrı. Amaç ve araç ilişkisinin doğru kurulmasının ifadeleri.

Birleşik mücadelenin ruhuna ve mantığına uygun davranmayı başaramamayı, gerçekleştirilebilecek olanı sekterce reddetmeyi bir ilkeli olma örneği gibi sunmak ve de gerçeğin yalnızca bir -elbette işine gelen- bölümünü göstererek muhatabını yıpratmaya çalışmak da DHKP-C’nin tavrı.

Hangi yoldan ilerlemek gerekiyor!

Genel Direniş ve Ölüm Orucu Saldırısını Ele Alışta Kurtuluş “Farkı”

Genel direniş ve ölüm orucu saldırısı, devrimcilerin siper yoldaşlığını ilişkilerinde hissettikleri, bunun sokaklarda da yankılandığı bir eylem süreciydi. Devrimci kahramanlığıyla olduğu kadar, siper yoldaşlığıyla da etkilemişti ilerici yığınları.

Kurtuluş bu süreci ele alırken, geleceğe herhangi bir özel katkıda bulunmayan, esasen kısır bir laf yarıştırmaya dönen polemiklerin başlatıcısı, teşvik edicisi olmakla kalmadı, “hakkının teslim edilmesi” türü ilginç taleplerinin yanı sıra, nesnel gerçekleri bulanıklaştıran-boğan bir tutum da geliştirdi.

“Keyfi tarih yazımına ve maddi gerçeği ters-yüz etmeye” yöneldi.

Örneğin MLKP’li tutsaklara dair şunları yazabildi:

“Herkes eşit sayıda ölüm oruççusu çıkarsın” (dediniz- bn)

“Bir, MLKP’li arkadaşlar da, DHKP-C’li tutsaklar tarafından süresiz açlık grevi önerisi getirildiğinde, onlar da mesala TİKB gibi SAG’yi erken bulmuşlardı. Bu, sürecin ve görevlerin kafalarında çok da net olmadığını gösteriyordu.

İki, SAG’ye başlayıp süreç ölüm orucuna evrildiğindeki tartışmaları hatırlayın; ölüm oruççularının belirlenmesinde ‘belli cezaevlerinde belli sayıda insan’ önerisini siz getirdiniz. Süreci kavramaktan uzak, yalnızca rekabetçi duyguların yön verdiği bir öneriydi bu. (...)

Üç, ikinci ölüm orucu ekiplerine de karşı çıktınız. süreç hala yeterince açık değildi kafanızda. Sonra -yine süreci kavramanın değil, rekabetçiliğin yön verdiği düşüncelerle- ikinci ekiplere karşı çıkıp, süresiz açlık grevi yapıp, bunun için ayrı ilan verirken aniden üçüncü ekibi çıkardınız.

Yani birlikteyiz, ama her an birliği bozmaya hazırlar.

(•••)

Mesela ‘ölüm orucunda kimsenin ölüm oruççusu benden fazla olmasın’ mı dedi DHKP-C?

Ayrı ilan mı verdi?”

Yazık ki bu satırlarda doğru bir iddia bulmak olanaksız. “Kurtuluş farkı”nı ispatlama adına gerçekler çiğnenip geçilmiş.

Nesnel gerçekleri yazalım:

1) MLKP’li tutsakların SAG’yi TİKB gibi erken buldukları sözlerini bir yana bırakırsak, vurgulanmalıdır ki, MLKP’li tutsakların başlangıç tarihi önerisiyle SAG’nin başlangıç tarihi arasındaki fark yalnızca iki gündür. Bu farkın “sürecin ve görevlerin kafalarında çok da net olmadığını gösteriyordu” iddiasına dayanak yapılmaya çalışılması ciddiyetsizliktir ve olsa olsa iddia sahibinin amacını gözler önüne serer. (Burada zamanlama meselesinin aile faktörü açısından eyleme daha hazırlıklı girmeyi ve gözetmek temelinde ele alınmış olduğunu da belirtmeliyiz.)

2) MLKP’li tutsaklar, eşit sayıda ölüm oruççusu çıkarmayı önermedi veya kimsenin ölüm oruççusu benden fazla olmasın demedi. Bunlar tamamen hayalidir, gerçeği tersyüz etmektir.

Onların söylediği Sağmalcılar, Ankara Merkez ve Buca merkezli bir hatta yürünmesi ve olanaklı olduğu ölçüde bunlara Akdeniz, Karadeniz ve Kürdistan’dan da birer zindanın katılması ve özel durumu nedeniyle Eskişehir’in mutlaka ilave edilmesiydi. Başta sayılan üç zindanda, elli-altmış arasında bir katılım önerdiler. Ölüm oruççularının genel sayısının belirli bir sınırda tutulmasının doğru olacağını, “sınırsız” sayıda ölüm oruççusunu çıkarmanın, kitlesel ölümlerin başladığı süreçte yalnızca düşmanın değil, direnişçilerin de sorunu haline gelebileceğine dikkat çektiler.

Sonuç olarak Sağmalcılar, Buca, Ankara Merkez, İskenderun, Malatya, Bartın ve Eskişehir gündemdeki zindanlardı. Her bölgede bir cezaevinin ilerici, duyarlı kamuoyunun eylemliliği bakımından yararlı olacağını söylediler. Sayıda veya alanda “kendi durumlarını” hiçbir noktada bir faktör haline getirmediler. Aksini iddia etmek, her tür değeri bir yana itmeyi göze almayı gerektirir.

Hangi tutsak grubu ölüm orucuna, kaç kişiyle katılacak yönlü bir tartışmanın içinde olmadılar.

3) MLKP’li tutsaklar ikinci ölüm orucu ekiplerine karşı çıktılar, çünkü o koşullarda sembolik olma dışında özel bir katkısı olmayacaktı. Bunları ölüm orucuna yürüten feda bölüklerinin durumunda göstermek, yanlış olurdu. (Bunu süreci kavramamakla ilişkilendirmek, zorlama yorumlarda sınır tanımaz hale gelmektir. Başka bir anlama gelmez. Dahası 2. ve 3. ölüm orucu gruplarının ne kadar mücadelenin ihtiyaçları merkezli olduğu, ne kadar DHKP-C’nin kendine dönük gereksinmelerinin ürünü olduğu tartışma götürür bir konudur.) Ve biliniyor ki; ikinci ekip meselesinde 7 gruptan dördü karşı çıktı. Üç grup evet dedi. Dört grubun önerdiği 55. günden itibaren ölüm oruççularına kitlesel SAG’yle desteğin sürdürülmesiydi.

“Üçüncü ekip”de önerilmedi. Mücadelenin belirli bir aşamasında devletin kamuoyunu etkileyecek yalanlarına karşı propaganda değeri olan bir çıkış önerildi. Genel kabul görmeyince, MLKP’li tutsaklar kendi başlarına böyle bir yola gitmediler. Çünkü iddia edildiğinin tersine “rekabetçi duyguların” fersah fersah uzağındaydılar. İki gün sonra Aygün ilk şehit olarak ölümsüzleştiğinde, (DHKP-C’nin üçüncü ekip projesinin iki gün öncesiydi) MLKP’li tutsaklar “nöbet yerleri boş kalmaz, kavga sonuna kadar sürer” başlıklı bir açıklamayla tavır alınırsa kendilerinin buna hazır olduklarını, ancak “3. ekip” vb. yüzü gruplara dönük taktikleri merkezde tutan bir ilan verilecekse, proje sahiplerinin kendi yollarından yürümeleri gerekeceğini vurguladılar. TKP(ML)’den arkadaşların birleştirici olma çabaları sonucunda anlaşma sağlandı ve MLKP’li tutsaklar sorunu TKP/ML, TDP, Direniş Hareketi ile tartışıp onların da bu metine imza atmalarını ve saptayacakları arkadaşları görevlendirmelerini önerdiler. Tartışmalar sonrası Direniş Hareketi de bu yönde tutum takındı. İlana dikkat edilirse “ekip” kavramı yoktur ve “ölüm oruççularının açtığı yoldan yürüneceği” söylenir.

Demokrasi gazetesinde çıkan “3. ekip” vurgulu ve kolektif tarzda belirlenmemiş olan “ortak!” ilanın nedenini-öyküsünü anlatmak DHKP-C’ye düşer. Herhalde bu “hata”yı marksist leninist komünistler yapsaydı, DHKP-C burada birkaç sayfalık eleştiri konusu bulur, her fırsatta da yinelerdi. MLKP’li tutsakların tavrıysa ortada.

4) 55. günden sonra ayrı ilan verildiği doğrudur, fakat bunun bir tarafında MLKP, TKP/ML, TDP ve Direniş Hareketi tutsakları vardır. Bir tarafında ise DHKP-C, TKP(ML), TKEP-L... Demek ki iki ayrı ilandan söz etmek gerekiyor. Tek ilan olarak çıkmamasının sorumlusu acaba kimdi? Hazırlanan birleşik metine nasıl itirazlar yapılmıştı? İki ayrı ilan zorunluluk haline getirilmemiş miydi? Hatırlamıyor mu yazarlar?

Bunlar maddi hatalardır, gerçeğin tersyüz edilmesidir. Keza ölüm orucunun “kimin tarafından önerildiği” tartışması da yararsız ve boş bir tartışmadır. Bu direnişin mantığının gereğiydi ve eğer tarih yazımı için çok gerekliyse, MLKP tutsaklarının yazılı önerisinin 20 haziran tarihi taşıdığı biliniyor (madem ki “DHKP-C’lilerin önerisiyle” gibi vurgular yapılıyor, o zaman sormak gerekiyor, DHKP-C’li tutsakların konuyu resmen, genel direniş grupları platformunda dile getirmelerinin tarihi nedir?)

MLKP’li tutsakların “süreci kavrayamadıkları” iddiası veya “süreci DHKP-C’nin düşünceleri alıp götürmüş, onun önerileri etrafında bir şekillenme olmuş” türü vurgular gerçeği değil, gönülden geçeni yansıtıyor. Gönülden geçene yön veren ruh hali ise sağlıksızdır.

Genel direniş-ölüm orucu saldırısının mayası birleşik mücadele, siper yoldaşlığı ve feda ruhudur. “Süreç”, “damga” vb. tartışılacaksa, çapsız üstünlük arayışları peşinden koşmak yerine bunu göstermek, bunu vurgulamak gerekir.

Birlikte “İş Yapma” Konusunda Birkaç Örnek

Kurtuluş, birleştirici olduğuna çok emindir. Bütün sorun dışındaki grupların Kurtuluş düşmanlığından veya iş yapmak istemeyişindedir. Örneğin Sosyalist Basın Platformu’ndaki son durum bunun ifadesidir. TÖDEF’in yaz başında düzenlediği gençlik kurultayı bunu göstermektedir. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’na, Demokratik Eğitim Kurultayı’na katılmayışının gerçek nedenleri burada aranmalıdır.

Peki ne kadar nesneldir bu konularda?

Sosyalist Basın Platformu’nda anlaşamayan, ayrı yol çizen bir tek Kurtuluş. Geriye kalan gazete ve dergilerin tümü suçlu. Onlar platform oluşturuyorlar, Kurtuluş dışında!

TÖDEF bir gençlik kurultayı düzenliyor, zamanlama, amaçlar vb. nedeniyle diğer gençlik kesimleri katılmayı kabul etmiyorlar. Her şeyden önce dönem sonudur, öğrenci gençlik hareketini geliştirmenin bir kaldıracı olma imkanı yaratmıyor, kısa bir süreye sıkıştırıldığı için gruplar bakımından öğrenci gençlik içinde, bu temelde ciddi bir hazırlık şansı da oldukça zayıftır ve nihayet “öğrenci meclisi” ilanına veya çağrısına endekslidir. Tüm bunlara rağmen kurultaya kısa bir süre kala Ekim ve SİP gençliği katılma kararı alırlar, ortak ilanlar verilir. Sonuçta ise nedenleri (ve iki grubun karşı ajitasyona sürüklenme hataları) bir yana TöDEF kendi başına kalıyor. İki grubu katmayı başaramıyor. O birleştiriciliği gösteremiyor. Özgür Gençlik ise her şeye rağmen Kurultay’a temsilci düzeyde katılıyor, dayanışma dileklerini iletiyor. Kurultay süresince de karşı propaganda yürütmüyor.

Özgür Gençlik bir Demokratik Eğitim Kurultayı girişimi başlatıyor. Özellikle TÖDEF’e bir ay boyunca DEK’i bilikte örgütlemek için ısrarlı önerilerde bulunuyor, olumlu yanıt alamıyor. Diğer gençlik gruplarına gidiyor. Sonuçta yalnızca Yurtsever Gençlik ve DÖB’lü gençlerle birlikte düzenlenebileceği görülüyor. Ön hazırlıklar yapılıyor, birçok şehirde bu zemin, faaliyetin yoğunlaştırılması, yeni güçlere açılma imkanı yaratıyor. Ekim Gençliği son anda yeniden kurultaya katılıyor. Sonuçta kurultay, bu dört gençlik grubunca başarılı bir tarzda gerçekleştiriliyor. TÖDEF, temsilci düzeyinde bile katılmıyor, tamamen ilgisiz kalıyor.

Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı kararı alınıyor. ‘95 sonbaharından itibaren çalışmalar var, adımlar atılıyor. Koşullar, doğrular-yanlışlar bir yana, sonuçta ağırlığı DMP’nin sırtında, dahası önemli ölçüde ona endeksli. Bu gerçeğin bilincinde olunarak diğer demokratik platformlara gidiliyor, gidişatı ortaklaştıracak adımlar atılmaya gayret ediliyor, toplantılar yapılıyor. Sonuçta varım diyen kurumlarla birlikte gerçekleştiriliyor. Kurultayın belirlenen toplantı salonunda yapılamaması, zaman, yabancı dilde çeviri vb. faktörler nedeniyle bazı aksaklıklar oluyor, birçok tebliğ okunamıyor. Sonrasında katılımcı gruplardan ikisinin bu konuda ciddi, fakat önemli haksızlıklar taşıyan eleştirilerine karşın, kurultay başarıyla gerçekleştiriliyor. Sonuçta alınan kararlara uygun olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan’dan, DMP, HADEP, DHP ile dünyanın değişik ülkelerinden birçok kayıplar mücadelesi temsilcinin yer aldığı kurumlaşmalar yaratılabiliyor.

Böylesi örnekler üzerinde düşünmek gerekmiyor mu?

Neden bunları atlıyor Kurtuluş?

Yeri gelmişken burada bir garabeti de açıklığa kavuşturmak gerekiyor.

Bilmiyoruz hangi kesimin üslubuna dahil edilebilir, fakat devrimci polemik diline kesinlikle aykırı olan bir söylem inşa ederek şöyle yazıyor Kurtuluş:

“Gençlik cephesi tartışılırken ‘valla gençlik örgütümüzdeki komünist üyelere söyledik, ama kabul etmemişler’ gibi ciddiyetsiz gerekçeler mi öne sürdü? (Kurtuluş-bn.)” (Sayı 9)

Devrimci rahatlık ve devrimci güven ilişkisinin suistimalinden başka bir şey olmayan bu satırlar, üslubu nedeniyle iyice çirkinleşiyor.

Nedir bu sorun?

Tartışılan “Gençlik Cephesi” değil, TÖ-DEF’in gençlik cephesi ya da meclislerine endeksli Gençlik Kurultayı’dır. Sorun, gençlik grupları arasında görüşülmüş, KGÖ katılmayacağını açıklamıştır. Nedenleri, doğruluğu-yanlışlığı bir yana, durum budur. DHKP-C’liler MLKP’lilerle konuyu görüşmek isterler, sonucu aktarırlar. KGÖ’nün katılımı isteklerini dile getirirler. MLKP’liler ilgili arkadaşlarla bir konuşalım derler. Bir partili, alınmış kararı ve gerekçelerini KGÖ’lülerden dinledikten vb. sonra, hiç olmazsa dayanışma temelinde katılma bakış açısından sorunu bir kez daha tartışma gündemlerine almalarını önerir. Bu temelde tartışma yürütür. Durum, DHKP-C’lilere iletilir.

Fakat bu öneri de KGÖ yönetimince benimsenmez. Kararlarını uygularlar. Sonuç tartışılırken, DHKP-C’lilere bunun örgütsel yaşam açısından olağan olduğu, KGÖ’nün örgütsel bağımsızlığı bulunduğu, “komünist kitle örgütü” karakteri, henüz komünist olmayan üyelerinin bile olacağı, partiyle ilişkilerinde geçerli olanın dikte veya dayatıcılık değil, ikna olduğu anlatılır.

Bu, Kurtuluş’a “anlaşılmaz” gelebilir, partiyle gençlik örgütü arasındaki ilişkilerin leninist normlara göre düzenlenmesi ona yabancı olabilir, örgütsel gelenek ve alışkanlıkları çok değişik bir temel üzerinde yükseliyor olabilir vb. Fakat gerçek budur. Kurtuluş bunu beğenmek, başkaları da ona beğendirmek zorunda değillerdir. Önemli olan burada birbirini anlayabilmek ve bir saygı ilişkisi temelinde hareket edebilmektir. Yazık ki böyle olmuyor.

Anlatılan gelişmeler, Kurtuluş’un koca bir süreci, ilişkileri ve olguları anlatmaya soyunan, mayasını ise teşhir hevesinin oluşturduğu yazısında “valla gençlik örgütümüzdeki komünist üyelere söyledik, ama kabul ettirememişler” gibi bir iddiayla, söylemle yansıtılıyor. Hem komik, hem ürkütücü!

Yurtdışı Gecesine Dair Tartışmalar ve Birlik Kültürü

“Yurtdışından” başlıklı köşede söylenenler şunlar:

“Başta MLKP ile yapılan devrimci güç ve eylem birliği girişimi sonuç vermemiştir. Bu birlik, girişim aşamasından öteye geçmedi. Sonuçları önümüzdeki süreçte ortaya konulacaktır.”

“MLKP’nin ‘ölüm orucuna neden o kadar çok adam yatırdınız? Sizin şehitleriniz fazlaysa, bizimki de MK üyesidir” gibi sözlerine tanık olduk, (H. İ. Kurtuluş, Sayı 1.)

Birebir böyle olmamasına karşın yine de sözlü tartışma sırasında tepkinin ifadesi olarak geliştirilen bu kıyaslamalı vurgu tarzı veya böyle bir üslup özensizliktir, hatadır. Savunulamaz. Ancak Kurtuluş’un yukarıdaki özensizliği, hatayı, üslupla -tepkici kıyaslamayla değil, içerikle ilişkilendirmeye çalışması, buna bir ahlaki-kültürel boyut katmaya çalışması düpedüz derin bir zaafın, kuralları hiçe sayarak kabul edilmez savaş hilelerine esir oluşunun ifadesidir.

Kurtuluş, mayası birleşik mücadele, siper yoldaşlığı olan ölüm orucu saldırısının ardından yurtdışında düzenlenen ölüm orucu ve SAG şehitlerini anma gecesinde görevlendirilmelerle ilgili nasıl bir tavır almıştır? Birleşik mücadelenin mantığına uygun mu davranmış veya yeni ve daha büyük birlikler için cesaretlendirici bir çizgi mi izlemiş? Bu konuya yaklaşımı ne kadar olgun, ne kadar birleştiricidir?

Kıyaslamalı -tepkici üslubun- egemen olduğu bir cümleyi mercek altında tutan Kurtuluş’un, geceye dair talepleri ise ibret verici. Kurtuluş, “SAG-ölüm orucu saldırısında en büyük yükü biz taşıdık, en fazla bedeli biz ödedik, öyleyse bu gecede (örneğin) sunuculuk vb. görevler bize verilmelidir” türü çiğ, ayrıcalık isteyen, SAG-ÖO sürecinin ruhuna aykırı olan bir dizi istek ve sözle ortaya çıktı.

Kurtuluş’un dayatmalarına itiraz edilmesi, fakat Kurtuluş’un “bizim şehidimiz çok” vb. söylemine devam etmesi koşullarında tıkanıklığı aşmak için, bir çözüm yolu olarak önerilen, görevlendirmenin kura yoluyla belirlenmesi önerisine de karşı çıkması nedeniyle dile gelen, kıyaslamalı-tepkici sözlerin yeşerdiği iklimi yazmamakla yalnızca kendi gerçeğini okuyucudan gizlemekle kalmıyor, aynı zamanda önyargı ve kör düşmanlığı körüklüyor.

Aynı konuda şöyle yazıyor Kurtuluş:

“Bunlar ‘kura’ya karşı çıkan DHKP-C’ye yönelik söylenen sözlerdir. Evet emekler, bedeller verilen bir direnişin anma gecesinde, görev dağılımında adaletin ölçüsünün dostluk, saygınlık, ikna değil kura olması istenmiştir. Elbette biz kumarbaz değiliz: devrimciler arasındaki ilişkilere toplantılar boyu kura histerisini sokmanın ne anlamı vardır? Bunda, o saçma rekabet duygusu yok mudur? Duygu ‘rekabet’ olunca ‘rakibini’ emeğinle, ağırlığınla yenmek yerine, kura ile yenmek arzusu yok mudur?”

Bu sözlerini desteklemek için parti-cephe’lilerin şehidi olsun olmasın, herkese gecede görev önerdiği, hatta ölüm orucu koordinasyonunda olmadığı halde TİKB’ye etkin görev verilmesi jestinin parti-cephe’lilere ait olduğu yazılıyor.

Yazık ki demagojinin, en olumsuz koşullarda bile üste çıkma, kendini haklı çıkarmak için ortak ölçütleri, siper yoldaşlığının değerlerini bir yana itmenin örnekleridir bu yazılanlar.

Kurtuluş kendini dayatacak. Ölüm orucu saldırısının ruhuna, onun bu süreci birlikte omuzlama pratiğine aykırı bir çizgide “emek”, “bedel” gibi kavramları ya da şehitlerin ve ölüm orucundaki insanlarının sayısını kalkan yaparak “özel hak” talebinde ısrar edecek, bu süreci tıkayıcı bir konuma kayınca başka devrimciler çıkmazın aşılması için kura önerecek, siz de buna “biz kumarbaz değiliz” gibi ucuz sözlerle, demagoji yaparak ele alacaksınız.

Kurtuluş’un devrimci örgütlerin kumarbaz olmadığına kuşkusu mu var acaba? Ya da Avrupa’daki yürüyüşlerde kortej sırası “kura”ya göre belirlendiğine göre, zaman zaman kumarbazlığı kabul mu etmektedir dostlarımız. Düşünerek konuşmayı, işbirlikçi kapitalizme, faşizme, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşıdevrimin zaferine değin, birliktelikler yapma devrimci göreviyle karşı karşıya bulunduğu devrimci yoldaşlarıyla tartıştığını unutmamayı öğrenmelidir Kurtuluş.

Biz Kurtuluş’un, kumar ve kumarbazlıkla ilgili sözlerinin gereksiz keskinliğini bir tarafa bırakıyor, çok daha özel ve önemli koşullarda Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki bir ilişki tarzıyla “kura”nın pekala kullanılabilen bir yöntem olduğunu hatırlatıyoruz. Bu soruna açıklık getirmenin tartışmaya katkıda bulunacağına inanıyoruz:

“Seçmenler iki eşit gruba bölündükleri zaman burjuva partileri karşısında işçiler arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmanın tek yolu olarak, kura çekme önerisini reddedenler tasfiyeciler olmuştur.” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, sf. 247, Sol Yayınları) Demek ki belirli koşullarda, belirli ihtiyaçlar nedeniyle tıkanmayı aşmak için kura çekme metodu da kullanılabilir. Ve bu, hiç de “kumarbazlık”, “kura histerisi” falan olmaz.

“Şehidi olsun-olmasın herkese görev”, “TİKB’ye jest” gibi sözler de garip ve anlamsızdır. En başta zaten “şehidi olsun-olmasın” gibi kavramlarla hareket edilemez. ÖO saldırısı esas alınacaksa “hak sahipleri” açıktır; Ölüm orucuna katılan parti ve örgütler. Kurtuluş’un bakış açısındaki sapma “şehidi olsun olmasın” cümlesinin mantığıyla başlıyor. O gözünü hangi gruptan kaç kişi ÖO’ya katıldı, kaç kişi şehit düştü gibi “kıstaslara” dikmiştir çünkü. Zindanlardaki tutsakların sayısına uygun oranda katılmıştır gruplar bu eyleme. Doğal olan da budur. Şehit düşmek veya süreci yeni kavgalara girmeyi olanaklı kılan fiziki koşullarda tamamlayıp tamamlamamak bireylerin, grupların iradesi dışındadır. Kurtuluş bunların neyini tartışıyor?

“TİKB’ye jest” meselesinde de garip bir durumdasınız. SAG’yi üç şehitle noktalayan TİKB’yi ölüm orucu sürecindeki bazı tutumları nedeniyle eleştirmek ortak düşüncesinin yanı sıra, yeni süreçte eylem birliğine katmak için öneriler ve çabalar Kurtuluş’tan değil, marksist leninist komünistlerden ve Özgür Gelecek’ten geldi, Kurtuluş ise buna şiddetle muhalefet etti.

Türkiye’de yapılacak gece ve diğer etkinliklerde ölüm orucu saldırısı ve SAG direnişine katılan tüm grupların birlikte katılması önerisine en şiddetli karşı çıkış yine Kurtuluş’tan geldi. Her türlü etkinliğin ölüm orucu gruplarıyla sınırlı tutulmasını, diğerlerinin ancak çizilen çerçeveye uymaları koşuluyla çağrılı olabileceklerini Kurtuluş savundu.

Avrupa’da yapılan jesti, birleşik mücadeleye en fazla ihtiyaç duyulan yerde, Türk ve Kürt topnaklarında neden yapılmadı!

Biraz sol duyulu, biraz ölçülü olmak gerekiyor.

Gerçeği Kabullenmemek Erdem Mi?

Kurtuluş’un değişik yazılarındaki “teşhir” üsluplu vurgularından ikisi de Kayıplar Kampanyası ve I. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı ile Sultanbeyli baskını konusundadır.

Örneğin diyor ki Kurtuluş: “Sultanbeyli’yi öyle yazıyorsunuz, kayıplar meselesini öyle yazıyorsunuz. Sultanbeyli’de bu ülkedeki 15-20 yıllık silahlı mücadele geleneğini ve pratiğini yok sayıp ilk diyorsunuz... Yıllardır kayıplar meselesinde yürütülen mücadeleyi, kampanyaları, kitlesel, askeri yüzlerce eylemi yok sayıp ‘biz kamuoyunun gündemine soktuk, biz başlattık’ diyorsunuz” (Sayı 9.)

Aynı içerikte sözleri, Kurtuluş’un birçok sayısında bulabilirsiniz.

Kurtuluş, Hasan Ocak’ı arama ve gözaltında kayıplar kampanyasının yerel ve uluslararası yankılarının sonuçlarının vurgulanmasından büyük bir rahatsızlık duyuyor. Bir örneğini yukarıda sunduğumuz gibi değişik sayılarında “daha önce kayıplar yok muydu, kampanyalar yok muydu?” tipi soruların merkezine oturduğu hırçın satırlar yazıyor.

Elbette kayıplar vardı. ‘70’li yılların sonunda başladı, sürüyor da. Türkiye’de ‘91’den itibaren Yusuf Erişti’den başlayarak yoğunlaştı. Kürdistan’da yüzlerle sayılıyor.

Kampanyalar olmadı mı? Oldu tabii. Devrimci Sol’un, sonrasında DHKP-C’nin çabaları, eylemleri biliniyor. Ancak gerçeğe bağlı kalınacaksa açıkça teslim edilmelidir ki, ‘91-’95 sürecinde bunlar içinde en etkili olanı Hüseyin Toraman yoldaşla ilgili olarak, Bakırköy Özgürlük Meydanı’ndan devlet meclisine ve yurtdışına değin pek çok alan ve olanak kullanılarak yürütülen kampanyaydı. Bu konuda ortak bir düşünce sağlanamayabilir, etki, sorunun kamuoyunun gündemine getirilişi vb. noktalarda farklı düşünülebilir. Anlaşılırdır.

Fakat ya Hasan Ocak’ı arama ve Kayıplar Kampanyası?

Hasan Ocak kampanyası, gözaltında kayıplar sorununun iç ve uluslararası kamuoyunun, halkın gündemine sokulması, Hasan’ın ve Rıdvan’ın katledilmiş bedenlerinin bulunması, devletin kanlı ve katil yüzünün en geri yığınlar nezdinde bile teşhiri, kitlesel ve militan görkemli devrimci uğurlama törenleri geleneğinin yeniden başlatılması, cumartesi anaları ve Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı gibi sonuçlarıyla yepyeni bir dönemin başlatıcısı olmadı mı? Hasan Ocak’ın kayıplar sorununun bir simgesi haline gelmesi, başka nasıl açıklanabilir acaba?

Hasan Ocak’ı arama ve kayıplar kampanyasının bu gerçekliğinin vurgulanmasından neden rahatsızlık duyuluyor? Bütün bunların neresi abartma, neresi inkarcılık, neresi “kendisiyle başlatma!”

Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’nı beğenmeyebilir, katılmayabilir ve eleştirebilirsiniz. Tüm söylediklerinizin haklı olduğunu varsayalım, peki bu onun uluslararası vurgusunun tırnak içine alınmasını gerektirir mi? Bunu kabullenememek neden?

“Sultanbeyli kendi tarzında ilktir” denmesi de, Kurtuluş için hırçınlaşma nedeni oluyor. “Kendinden başlatma”, “inkarcılık”, “O güne kadar yürütülen silahlı mücadeleyi yok sayma” vb. eleştirilerle karşılanıyor.

Oysa bütün bunlar, tıpkı Hasan Ocak’ı arama ve kayıplar kampanyasında olduğu gibi yakıştırmadan ibarettir. Grup refleksinin bir sonucu olarak, gerçeği kabul etmeme inadıdır.

Sultanbeyli baskınından yola çıkılarak (Batı’daki) öncesi silahlı eylemler veya silahlı mücadele konusunda bırakalım yok sayıcılığı, küçümseyici bir değerlendirme mi yapılmış? Hayır. Bu ilk silahlı eylem veya baskındı.[1]

Sonuç Yerine

Marksist leninist komünistler ile parti-cephe güçleri arasındaki güçbirliği ve cephe yolundaki ilk ciddi çabalar, Avrupa’da güç ve eylem birliği, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ise alanlardaki birliktelikler, devrimci dayanışma ve siper yoldaşlığının geleceğe taşınacak bazı örneklerinin ötesine vardırılamadan sona ermiştir.

Başarısızlık salt bu kuvvetlerin değil, esasen devrimin hanesine yazılmıştır. Partiler kendi başlarına yollarına devam ediyorlar, fakat devrim daha güçlü olanaklardan, hakkınca yararlanabileceği bir ‘sıçramadan’ mahrum kalmıştır.

Sorun ortada durmakta ve çözüm beklemektedir.

Görüşmelerin, yakınlaşmanın, ilişkilerin sürdüğü 6-7 aylık süreç ele alınarak belirtilmelidir ki:

1) Taraflar bu sorunu çözmek doğrultusunda, görüşmeleri düzenli, yeterince sık ve sonuç alıcı hale getirmek için “kuvvet” seferber etmeli, görüşmeleri her düzeyde ve alanda da sürdürmeli, gelişmeleri kendi işlerinin akışına uydurmamalıydılar.

2) Görüşmeler ve kararlar konusunda, gereksiz gerginleşmeler yaşamamak için “işin bürokrasisini” oluşturmalıydılar.

3) Somut, kısa bir protokol etrafında, tüm güçlerini hissedilir tarzda birleşik harekete ve birleşik eyleme yöneltebilmeli, diğer devrimci parti ve örgütleri burada zorlayıcı olmalıydılar.

4) İlk denemenin başarısızlığının kesinleştiği durumda ise, kazanımları ve başarısızlığın temel nedenlerinin doğru bir analizini yapmayı başarmalı ve sonuçları ortak bir deklarasyonla devrimcilere ve ilerici kamuoyuna sunabilmeliydiler.

Marksist leninist komünistler:

1- Bazı konulardaki düşüncelerini daha hızlı ve zamanında iletebilmeliydiler.

2- Görüşmelerde “iyi niyet”in, “devrimci rahatlığın” ötesinde, resmiyete uygun ve katı tavırlar sergileyebilmeliydiler. (1 Mayıs’ta iki imzalı pankartın sloganı gibi muğlaklıkları gidermede daha ortakalmalıydılar. Yanısıra yurtdışında yapılan tartışmalarda ve getirilen önerilerde Demokratik Muhalefet Meclisi sorununda çelişkili bir görüntü sergilememeliydiler.)

3- İstisna bile olsa ortak metinde “devrimciler ve komünistler” gibi nitelemelerden kaçınmalı, yurtdışı ölüm orucu gecesi tartışmalarında olduğu gibi -tepkici- kıyaslamalara kapılmamalıydılar.[2]

4- Parti-cephe güçlerinin esasen savunmacı reflekslerinin ve birleştiricilik konusundaki zaaflarının bilincinde olarak daha fazla mücadeleci olmalıydılar.

Parti-cephe güçlerinin:

1- Dışındaki “sol”un kendine düşmanlığı meslek edindiği, işlerinin ve beklentilerinin parti-cephe güçlerinin yok olması olduğu vb. saplantılardan kurtulması,

2- Birlik yürüyüşünün başında olunduğu, zigzagların, geri çekilişlerin vb. sorunun doğasından kaynaklandığının bilinciyle hareket etmesi,

3- Birleştiriciliğin, devrimci esnekliğin bu ilişkinin harcı olduğu, bunun “uzlaşmacılık”, “sorunların üzerini örtmek” vb. ile özdeşleştirilmesinin sekterlikten başka bir şey üretmeyeceğini,

4- Birliklerin sağlıklı yürümesi için sorunlara yalnız kendi bulunduğu noktadan değil, fakat muhatabının bulunduğu noktadan bakmayı başarmanın olmazsa olmaz bir koşul olduğunu,

5- “Birliklerin mimarı olduğu” vb. yanılgılardan vazgeçmesi, çoğu durumda sek-ter bir pratik sergilediğini görebilmesi,

6- İlişkinin, amacına ve mantığına uygun davranmayı, metinlerde, ortak politik değerlendirme unsurlarında buna özen göstermeyi başarması, grubuna ait slogan, jargon ve değerlendirmeleri “doğru değil mi, öyleyse kabul edin” tarzı dayatmacılıklardan kurtulması,

7- Gözaltında Kayıplar Kurultayı, DEK gibi etkinlikleri benimsemiyorsa bile destek sunması,

8- İlişkilerin zora girdiği süreçlerde, her şey geçmişe, geleceğe dair bir görev yokmuş gibi eleştiri sınırlarını aşan, yıkıcı, güven bunalımını derinleştiren tutumlardan kaçınması gerekir.

Dipnotlar:

[1] Sultanbeyli baskınına dair devlet belgelerindeki kimi bilgiler şöyledir:

“Bu büyük baskının MLKP örgütünün askeri kanadı olan Kızıl Müfrezeler militanlarınca gerçekleştirildiği (...)”

“14.03.1996 günü gece saat 01.00 sıralarında İstanbul Sultanbeyli, Kaymakamlık ve MHP İlçe Teşkilat Binalarına, bina yakınında bulunan boş arsada park halindeki kamyonun yanından uzun namlulu silahlarla çok sayıda ateş edilmiş ve akabinde iki adet bomba atılmıştır.

Aynı anda inşaat halindeki bir binadan, Emniyet Müdürlüğü binasına zaman ayarlı lav silahı ile saldırıda bulunulmuştur.

Beklenmedik yoğun ateş üzerine çevrede bulunan güvenlik güçlerince karşılık verilmesi üzerine, sanıklar gecenin karanlığından ve çevrede yeterli aydınlatma bulunmamasından istifade ile kaçmışlardır.

Sanıklar kaçarken olay yerinde çok sayıda kaleşnikof marka silah mermi kovanı, 170x540 ebadında üzerinde ‘Gazi olaylarının hesabını sorduk/soracağız!’ ibaresi ve MLKP imzası bulunan pankart, 73x85 cm. ebadında üzerinde orak-çekiç ve yıldız bulunan örgüt bayrağı ile 65x85 ebadında “Kızıl Müfrezeler” yazılı, üzerinde orak-çekiç de bulunan bir pankart bırakmışlardır.” (DGM Başsavcısı’nın hazırladığı iddianameden.)

“14.03.1996 günü saat: 01.00 sıraları, Sultanbeyli ilçesi Abdurrahmangazi Mahallesi, Adil Sok. üzerinde bulunan İlçe Kaymakamlık Binası ile Fatih Caddesi, No: 133’de bulunan Milliyetçi Hareket Partisi İlçe Teşkilat Binası, yasadışı örgüt militanlarının silahlı ve bombalı saldırısına uğrayıp (...)”

“Yukarıda da belirtildiği gibi saat: 01.00 sıralarında görevli polis memuru Şaban Somun ile polis memuru Ahmet Taşkıran’ın nöbet kulübesinde bulundukları sırada, binanın yanındaki boş arsadan gayri faal olarak bulunan, kasası mevcut kamyonun yakınından önce silahla ateş edilmek ve akabinde iki tane bombanın yasadışı örgüt militanlarınca atılması üzerine görevli memurlar (...) kaymakamlık binasına sürünerek içeri girmişler ve süratle çatı katına çıkmışlardır. Değişik istikametlerden korudukları binaya ateş edildiğini görmeleri üzerine binanın arka tarafına geçip (...) bu esnada, binaya Doğu istikametindeki tarla ile Kuzey istikametinde bulunan belediye binası tarafındaki inşaattan da kendilerine ateş edildiğini görmüşlerdir.

Görevlilerimiz kendilerine ateş edilmesi ile birlikte Fatih Bulvarı civarında da yoğun bir şekilde silahların atıldığını belirtmişlerdir. Aynı anda olay yerine yakın olan 93 656 kod No’lu ekip, CHP İlçe Binası’nın önünde bulunurken, yoğun bir şekilde kendilerine doğru otomatik silahlarla ateş edildiğini farkedip görevliler kendilerini sipere atarak karşılık vermişler, bilahare kaymakamlıktaki görevlilere yardım için otolarına binip giderken, Bosna Bulvarı üzerinden ikinci bir ateşe maruz kalmışlardır.

Çatışmanın devam ettiği sırada, 93 563 kod No’lu İlçe Asayiş Ekibi, kaymakamlık binasına tahminen 80-90 metre kala, bina etrafında ellerinde uzun namlulu, otomatik silahlı şahısların olduğunu görmüşler, bölgenin konumu itibarıyla aydınlık olmamasından dolayı bu şahısların kaymakamlıktaki görevlilere yardıma gelen diğer meslektaşlarımız sanıyla ‘Biziz, yardıma geldik’ diye bağırmaları üzerine, bu defa teröristlerin yoğun ateşine maruz kalarak kendilerini yere atıp mukabelede bulunmuşlardır.

(...) Örgüt mensuplarının (...) daha önceden mezarlığın köşesinde Emniyet Müdürlüğü istikametinden gelebilecek ekip yardımını engellemek ve arkadaşlarının kaçışını sağlamak üzere, mezarlığın duvarlarına siper alan uzun namlulu silahlı iki militanın, yardıma gelen ekiplere taciz ateşi açarak (...)

93 656 kod No’lu ekip, Bosna Bulvarı ile Fatih Bulvarı’nın kesiştiği yere geldiğinde, çiftlik kavşağı istikametinden kendilerine doğru yoğun ateşle karşılaşmışlar. Bosna Bulvarı üzerinde bulunan Modoğlu odun ve kömür deposu önünde de bir patlama olduğunu belirtmişler ve açılan ateşe karşılık vermişlerdir.

(…)

Olay yeri krokisinde belirtildiği gibi, çoğunluğu kaleşnikof kovanı olan çeşitli çap ve markada 269 adet boş kovan ile az miktarda dolu mermi, görevlilerimizce bulunup tetkik edilmek üzere zabıt edilmiş olup, iş bu olay tutanağı yapılacak tahkikata esas olmak üzere tarafımızdan tanzim edilip, altı imzalanmıştır. 14.03.1996 saat 07.00” (Polisin hazırladığı “Olay Tutanağı”ndan.)

[2] Sözü edilen metinde sadece bir kez geçen “komünist ve devrimciler” için itiraz geldiğinde, MLKP’liler “çizin üstünü gitsin sorun değil, dil sürçmesi kabul edin” tutumu almışlardır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi