Kültür Ve Sanata Partili Bakış

Sınıflara bölünmüş bir toplumda, düşman sınıflar arasındaki mücadele, evriminin belli bir aşamasında, kaçınılmaz olarak, politik bir savaş halini alır. Politik sınıf mücadelesinin en keskin, en tam ve en belirleyici ifadesi, partiler mücadelesidir. Partisizlik fikrine sahip olmak, partiler mücadelesine ilgisiz kalmaktır... Burjuva toplum içinde partisiz olmak karnı tokların, egemenlerin, sömürücülerin, partisine bağlılığı iki yüzlüce saklamak demektir... Partilerden bağımsızlık fikri bir burjuva düşüncesidir. Parti düşüncesi sosyalisttir. Bu genel kural tüm burjuva topluma uygulanabilir. Fakat bütün burjuva toplum, feodalizme ve otokrasiye karşı cephe alırken, bu gerçeği unutmak, burjuva toplumu sosyalist olarak eleştirmekten büsbütün vazgeçmek demektir. ” (Lenin)

Bir sınıf adına ve bir sınıfın görüş açısından hareket ettiği iddiasında olanların kültür sorununa da sınıflar mücadelesi açısından yaklaşmaları kaçınılmazdır. Sınıf mücadelesi yalnızca ekonomik, teorik siyasal mücadele olarak görülmemelidir. Yeni bir dünya, yeni bir toplum, yeni bir insan ve yeni bir kültür yaratma hedefini önüne koyanlar açısından sınıf mücadelesi hayatın tüm alanlarını kapsar. Ve insanın kendini daima verili bir kültür ortamında ürettiği göz önüne alınırsa mücadelenin kültürel cephesinin önemi daha bir ortaya çıkar. Yeni bir yaşam biçimi yaratmak zorunda olanlar yeni bir kültür ortamında başarabilirler bunu.

Burjuvazinin toplumsal hayatın bütünü üzerindeki egemenliğinden çokça söz ederiz. Bunun nedeni yalnızca politik iktidarın elde tutulması değildir. Hep söyleyegeldiğimiz gibi, burjuvazi gündelik hayatı yeniden üretebildiği, kendi vazgeçilmezliğini kabul ettirebildiği, kendi kültürünü seçeneksiz kılabildiği ve bunu bütün yolları kullanarak insanların kafalarına kakabildiği için iktidardır. Egemen sınıf kültürünün bu toplumsal kabulü onu maddi bir güç haline getirir. Ve aynı zamanda ona karşı mücadeleyi zorunlu ve gündelik hayatın içinde de mümkün kılar.

Sınıflara bölünmüş bir toplumda karşı sınıflar arasındaki mücadelenin politik bir savaş halini alacağını söylemek, sınıfın yalnızca politik iktidarı ele geçirme istemi ve mücadelesini dile getirmek değildir. Sınıflar mücadelesi yeni bir yaşam biçimi için de mücadeledir. Egemen sınıf olarak örgütlenmek isteyen proletarya, tüm sınıfların varlığına son vermek amacındadır. Bu, aynı zamanda bizzat kendi sınıf iktidarına ve sınıfsal varlığına da son vermesi anlamına gelir ki, sonuçta tüm toplumsal ve bireysel ilişkilerin kökten değişmesi sözkonusudur. Sözün özü, yaşamı yeni baştan kurmak zorunda olan işçi sınıfı açısından politik mücadele yaşamın her alanını kapsar ve onu yönlendirir. Kültür sorununa bakışımız da bu belirlenimlerden yola çıkmak zorundadır.

Tanımlar

Kültür sorunu karşısındaki marksist-leninist tutumun belirginleşmesi, bu konudaki siyasetin unsurlarını ortaya çıkaracaktır. Ve sonuç olarak kültür siyaseti böylece belirlenecektir. Siyaset-kültür ilişkisi, kültür-sanat cephesinde nasıl bir örgütlenme, yeni bir toplum ve o toplum içinde yeni insanın yaratılması, kültür-yeni insan-inşa-parti ilişkisi nasıl kurulmalıdır sorularına yanıt verilmelidir ki doğru bir kültür-sanat politikası ve pratiği oluşturulabilsin.

Sorunun doğru ortaya konması için önce kavramlardan ve teorik belirlenimlerden yola çıkmak gerekmektedir. Kuşkusuz sınıflı bir toplumda herkes bulunduğu konumdan bakar soruna ve kavramları kendi dünya görüşünün süzgecinden geçerek anlamlandırır. Kavramların tümü sınıfsal ve tarihsel bir içerikle belirlenir. Bütün zamanlar ve bütün sınıflar için geçerli kavramlardan söz etmek mümkün değildir. Kavramlar, dün-bugün-yarın ekseninde çelişkili ve değişkendir ve bu eksenden bağımsız mutlak bir içerikten söz edilemez. Tüm söylediklerimiz, konumuz olan kültür kavramı için de geçerlidir kuşkusuz.

Nedir Kültür?

“Kültür” önceleri hayvan ve ürünlerin yetişmesi anlamında kullanılıyordu. Daha sonra ise bu anlamdan türetilerek insan yeteneklerinin geliştirilmesi anlamında kullanılır oldu. Uygarlık ve kültür kelimeleri, onsekizinci yüzyılın sonlarında birbirinin yerini tutmaya başladı. Ve sonra giderek kültür; edebiyat ve sanatlar, entelektüel birikim, yaşam biçimleri anlamını kazandı. Yani günümüzdeki kullanıma dönüştü.

Diyor ki Raymond Williams: “Şu halde ‘kültür’ oldukça karmaşık bir kavramdır. ‘İç’ süreci belirten bir ad olarak kullanıldı ve ‘entelektüel yaşam ’ ve ‘sanatlar’ olarak özelleştirildi. Aynı zamanda genel süreci belirten bir ad olarak kullanıldı ve ‘bütün yaşam biçimlerini’ de kapsadı. İlk anlamıyla ‘Güzel Sanatlar’ ve ‘KlasikEdebiyat’ tanımlarında önemli bir rol oynadı. İkinci anlamıyla da ‘İnsan bilimleri’ ve ‘toplumsal bilimler’ tanımlarında eşit derecede önemli bir rol oynadı. Uzlaştırma çabalarına karşın her iki anlamda birbirini yadsır. Bütün modern kültür kuramlarında ve özellikle de marksist kuramda, bu karmaşıklık büyük zorluk yaratır. Bu kuramın ‘toplum ’la ilişkisi açısından ‘sanatsal ya da entelektüel yaşam ’ kuramı mı yoksa özgül ve farklı yaşam biçimleri yaratan bir toplumsal süreç kuramı mı olduğu en belirgin sorundur. ”

Tanınmış burjuva toplumbilimci Tylor ise, kültür ve uygarlığı aynılaştırarak şöyle bir tanım veriyor: “Kültür ve uygarlık, geniş etnografik anlamında ele alındığında, bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, görenek, insanların bir toplumun üyesi olarak edindiği diğer ye tenek ve alışkanlıkları kapsar. ”

Sovyet toplumbilimci D. N. Uşakov’un tanımı ise şöyle: “Kültür teknoloji, eğitim ve toplumsal örgütlenme alanlarında doğaya egemen olma yönünde oluşmuş insan, bilgi ve yaratıların tümüdür. ”

Bu tanımlara değinen Türk toplumbilimci Ahmet Buldan, konuyu ele alan Asım Bezirci’nin de benimsediği şu tanımı veriyor: “Kültür, insanın daha doygun ve özgür yaşayabilmek için doğaya egemen olma çabası içinde bulduğu, biriktirdiği, geliştirdiği ve değiştirdiği, kurumlaşmış düşünüş ve davranış kalıplarının tümüdür. ”

Politika ve kültür alanındaki çalışmalarıyla tanınan Aydın Çubukçu ise: “Kültür, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi sürecinde insanın doğayı ve bu arada kendisini değiştirme faaliyetinin çeşitli alanlarını birleştiren genel bir ilişki ve etkileşme düzeyi olarak kendini gösterir” dedikten sonra; “Gelenekler, ahlak, estetik duyuş tarzları, din, ideolojiler, hukuk, kısaca bir bütün olarak sosyal bilinç biçimleri, dünyayı kendine özgü kavramlar yoluyla yeniden üretmenin araçları olarak tanımlandıklarında bunların hepsini en genel olarak kendine ‘benzeten ’, bir iç çizgi ile birleştiren ama kendisini herhangi bir biçimde tek bir parçaya indirgeyemeyeceğimiz bir tür ‘mantık’; işte kültürü genel ve etkin kılan şey budur. Belli bir toplumda, belli bir tarihsel dönemde, özel ulusal ve tarihsel koşullar içinde her bireyin doğaya ve topluma hangi kavram ve imgelerle bakacağını, hangi toplumsal etkilere hangi ölçüler içinde, genel olarak nasıl tep ki göstereceğini belirleyen, nasıl düşüneceğine yön veren, koşullayan bir ‘biriktirilmiş etki ’, bütün bu öğelerin bütünlüğünde içerilmiş olarak bulunur. Egemen kültür, bu ‘biriktirilmiş etki ’nin, nasıl hangi araçlarla donatılarak kimin yararına ve ne zaman kullanılacağına karar veren egemen ideolojinin bir örgütlenmesidir” saptamasını yapıyor.

Lenin’in 1920 yılında, “Rus Genç Komünistler Birliği’nin Üçüncü Rusya Kurultayı’nda yaptığı konuşma, onun, “hakim sınıfın özelliğini yansıtan bilgi ve becerilerin toplamı” görüşüne yakın olduğunu göstermektedir. Lenin o konuşmasında gençlere: “Marksizm, sosyalizmin insan bilgisinin tümünden çıktığını gösteren bir örnektir” diyerek, Marks’ın eserini, kapitalizm döneminde elde edilen insan bilgisinin sağlam temeline nasıl dayandırdığını açıkladıktan sonra: “Sözgelimi proleter kültürden söz ettiğimiz zaman bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. İnsanlığın bütün gelişmesinin yarattığı kültürün değişmesini bildiğimiz taktirde, proleter kültürü yaratacak duruma gelebiliriz. Bunu açıkça anlamadan soruna çözüm bulmak mümkün olmayacaktır. Proleter kültür ne havadan kapma birşeydir, ne de kendilerine proleter kültür uzmanları süsü verenler tarafından yaratılmıştır. Bütün bunlar saçmalıktır. Proleter kültür, insanlığın kapitalist, bürokrat, toprak ağalarından oluşan toplumun boyunduruğu altında biriktirdiği bilgi hazinesinin mantıksal gelişmesi olmak durumundadır. Bütün bu yollardan proleter kültüre gidilmiştir ve gidilecektir” tespitini yapıyor. Bu konuşma, bizim için birçok açıdan derslerle doludur. Kültürel alandaki görevlerimizden birini reddetmek ve eleştirmek, ama diğerinin de, insanlığın bilgi birikimini, kültürel birikimini yeni kuşaklara aktarmak olması gibi...

Tanımların sınıfsal tutumları yansıttığını söylemiştik. Tylor gibi burjuva bilim adamları elbette sorunun sınıfsal içeriğini saklayacaklardır. Williams’ın ayırımının da zorlama olduğunu düşünüyorum. İç süreç ya da genel süreç birbirinden kopuk mudur ki, birbirini dışlasın. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, kültürün toplumsal üretim ve yeniden üretim sürecinin ürünü olmasıdır. Yeniden üretim süreci, emekçinin kendi işgücünü de yeniden üretmesi sözkonusu olduğu için önemlidir. Ve kültürün sınıfsal bir nitelik taşıdığını bu süreçte açıklıkla gözlemleyebiliriz.

Kültür, emek sürecinin, işin bir ürünüdür. Maddi varlıkların üretimi ve yeniden üretimi sürecinde insanın doğayı ve doğayla birlikte kendisini değiştirip dönüştürmesine ilişkin birikim, bilgi ve becerilerini ve toplumsal bilinç biçimlerini kapsayan, sınıf çatışmaları içinde kendi karşıtının doğmasına yol açan, yükselen sınıfın egemenlik kavgasının içinde gelişen ve onun bir unsuru olan toplumsal bir olgudur.

Gündelik hayatın belli bir kültür ortamında gerçekleşmesi, kültürün insanlara doğal düzenlenmiş bir ilişki gibi yansımasını sağlar. Böylece bir mülkiyet tarzına ait ilişki biçimleri gündelik hayatta bir kendiliğindenlik olarak görünür. Bu durumda egemen kültür, egemen üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinin etkin bir öğesi olur. Kültürün niteliğinin egemen sınıf tarafından belirlenmesi, onu politik mücadelenin olmazsa olmaz unsurlarından biri haline getirir. Egemen sınıfın kültürü egemen kültürdür de. Toplumsal üretim araçlarına sahip olan sınıf, kültürel üretimin araçlarına da sahiptir. Her kültür, bir sınıfın duygu ve düşüncelerini yansıtır. Sınıfın tarihsel konumu kültürüne de aynen yansır. Kültürün gelişimi de sınıf mücadelesinin gelişimine bağlıdır. Tarihte belli bir kültür ortamının oluşması, ancak maddi servetlerin belli bir düzeye yükselmesi, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki ayrımın belirginleşmesiyle mümkün hale gelmiştir.

Her egemen sınıf kendinden önceki egemen sınıfın kültürünü miras olarak alır. Belli bir red temelinde kendi kültürünü yaratır. Yeni egemen sınıf, eski kültürün olumlu yanını insanlığın mirası olarak devralır, çürüyen yanını ise reddeder. Tarih, antik, köleci, feodal ve kapitalist kültürün doğup gelişmesine sahne olmuştur. Son olarak ise sosyalist kültürün bir insanlık kültürü olarak yükselişine tanıklık edecektir. Proletarya mülksüz bir sınıftır. Bu onun, mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceğini gösterir ki, daha önceki tüm devrimler bir mülk sahibi sınıfın yerini diğerinin almasıyla sonuçlanmıştır. Özel mülkiyet dünyasına son verecek bir devrim ise her anlamda diğerlerinden daha farklı gelişmek durumundadır.

Burjuva Devrim-Proleter Devrim

Stalin “Leninizmin İlkelerinde Lenin’in burjuva ve proleter devrimi konusunda söylediklerini şöyle aktarıyor:

“Burjuva devrim ile sosyalist devrim arasındaki temel farklardan biri, feodalizmden doğan burjuva devrimi için feodal toplumun bütün yönlerini gittikçe değiştiren yeni iktisadi örgütlenmelerin, eski düzenin bağrında yavaş yavaş ortaya çıktığının görülmesidir. Burjuva toplum bir tek görevle karşı karşıyadır; eski toplumun bütün engellerini silip süpürmek, kaldırıp atmak, yok etmek. Bu görevi tamamlamakla, her burjuva devrimi kendisinden istenilen her şeyi yapmış olur; kapitalizmin gelişmesini hızlandırır.

Sosyalist devrimde durum bambaşkadır. Tarihin zikzakları sonucu, sosyalist devrime başlamak zorunda kalmış olan ülke, ne kadar geri kalmışsa, eski kapitalist ilişkilerden sosyalist ilişkilere geçiş, onun için o kadar güç olur. Burada, eskiyi yıkma görevlerine işitilmemiş güçlükte yeni görevler, yani örgütlendirme görevleri katılır. ” (s. 125)

Proleter devrim yalnızca yeni toplumun ön koşullarını yaratır. Bunu da sınıf mücadelesi yöntemiyle, şiddetle yapar. Egemen proletarya, mücadele içinde yarattığı politik kurumlar hariç hiçbir kurumu hazır olarak bulamaz. Onun muazzam yıkım görevleri yanında aynı ölçüde büyük inşa görevleri vardır. Bu proleter devrimin burjuva devrimi gibi politik iktidarın ele geçirilmesiyle sona ermemesi, az çok bir kendiliğindenlik görünümü almaması anlamına gelir. Proletarya açısından iktidarı ele geçirdikten sonra da yürütülen mücadele öncünün bilinçli iradesine dayanır, dayanmak zorundadır. Burada proletarya bir yukardan aşağı inşa mücadelesi sürdürür. Proletaryanın bu yukardan aşağı inşa mücadelesinde iki silahı vardır: Öncü ve Marksist öğreti, Bunları rehber edinerek yürür. Ve bu yüzden de proletarya, bütün söylemlerini politik olarak kurmak, partizanlık ilkesini yaşamın her alanına yaymak, yaşamın her alanını partizanca kuşatmak zorundadır. Kültür-sanat alanında olan da budur.

Burjuvazi, ekonomik ilişkilerini feodal toplumun bağrında geliştirmiş, sosyal ilişkileri kendisine göre düzenlemiş, daha sonra egemenliğini politik bir devrimle taçlandırmıştır. Burjuvazinin sosyal ve ekonomik ilişkileri gibi, kültürü de feodal toplumun bağrında serpilip gelişmiş ve yetkinleşmiş, politik iktidarın ele geçirilmesiyle egemen kültür rolünü pekiştirmiş, bizzat sistemin kendisini yeniden üretmesinde etkin bir unsur haline gelmiştir.

Burjuva kültürünün gelişmesi burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinden birkaç yüzyıl önce başlamış, burjuvazi özel haklardan yoksun bir sınıfken bile kültürel alanda önemli roller oynamıştır. Rönesans, burjuva kültürünün gelişmesi için bir dönüm noktası olmuştur. Burjuvazi, bir mülk sahibi sınıf olarak feodal toplum içinde gelişip zenginleşirken, devleti ele geçirmeden çok önce kendi organik aydınlarını yaratmış, klasik aydınları kendi yanına çekmiş ve kendi kültürel dayanaklarını böylece oluşturmuştur.

Halbuki proletarya için durum farklıdır. Proletarya kendi kültürünün dayanaklarını yaratmak şansından yoksundur, çünkü mülk- süzdür.

Proletaryanın burjuva kültürün temel öğelerini benimsemeden iktidarı almak zorunda kalması, inşa sürecinin acılı geçeceğinin ve aydınlarla proletarya arasında kavgalı bir dönemin olacağının habercisidir. Lenin’in Ekim’den sonra: “Muzaffer proleter devrimini burjuva kültürle, şimdiye kadar çok az kimsenin yararlanabildiği burjuva bilim ve teknolojiyle birleştirmek görevi oldukça güç bir görev dir” demesi bu gerçeği anlatmaktadır. Yine Lenin genç komünarlara: “Sosyalizmin ancak geniş çapta kapitalist kültürün unsurlarıyla birlikte inşa edilebileceğini ve aydınların da bu unsurlardan biri olduğunu biliyoruz” diye seslenmesi, manevi ve düşünsel üretimin etkin öznesi ve kültürün temel dayanaklarından biri olan aydınlarla ilişkinin önemine ve niteliğine dikkat çekmektedir.

Proletarya devriminde öncünün bilinçli iradesinin öne çıkması ve proletaryanın kültürün inşasına da, iktisadi ve sosyal hayatta olduğu gibi siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra girişebilmesi, kültürün dayanaklarına ancak o zaman sahip olması, bizim kültür-sanat politikasını oluştururken göz önünde bulundurmamız gereken referanslar olacaktır. Demek ki sosyalist devrim sözkonusu olduğunda öncüyle sosyal ve kültürel hayatın tüm görünümleri arasında organik bir ilişki sözkonusudur. Bu proletarya açısından, yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi, kültürel-sanatsal faaliyet alanlarında da “partizanlık” ilkesinin geçerliliği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kültür-sanat cephesindeki tüm örgütlenmelere bakışımızı da bu partizanlık ilkesi belirleyecektir, belirlemelidir. Kültürel cephedeki sınıf mücadelesi “parti” fikri gözetilmeden anlamlı değildir. Bu mücadele de tıpkı diğer alanlarda yürütülen mücadele gibi öncünün fonksiyonlarından biridir.

Özetlemek gerekirse; proletaryanın mülksüz bir sınıf oluşu tarihsel yükselişini de koşullandırmıştır. Burjuvazinin tarihsel yükselişi, toplumsal hayatın tüm kesimlerinde hemen hemen eşit olarak gerçekleşmiştir. Burjuvazi maddi olarak güçlenmiş, ekonomiyi kuşatmış, felsefi ve estetik yönden gelişmiş, yetkinleşmiş ve egemenliğini kurmuştur. Bütün bunlara karşılık ekonomik imkansızlıklar içindeki proletarya kendini ancak politik olarak belirlemiş, ancak politik kültürünü geliştirip yetkinleştirmiş, bu da en yüksek ifadesini öncüde, “parti”de bulmuştur. Öncü, sınıflar mücadelesinin, yani politik eylemin ürünüdür ve yaşamın her alanını politik olarak anlamlandırır. Kültür de dahil tüm kurumlar politik bir içerikle tanımlanır ve tanımlanmalıdır. Onların işlevine de politik mücadelenin çıkarları açısından bakılmalıdır. Sınıflar mücadelesinin bize yüklediği görev budur.

İşçi Sınıfı Kültürü

İşçi sınıfı, insanlığı temsil eden tek sınıf olduğuna göre bir sınıfsızlık kültürü, bir insanlık kültürü yaratmak göreviyle karşı karşıyadır. İşçi sınıfı kültürü kapitalizm koşullarında değil, sosyalizmin inşasıyla egemen hale gelebilecektir. Ancak o zaman da işçi sınıfının sınıfsal varlığı sönmeye yüz tutacaktır. Bu yüzden proletarya sosyalist bir kültür yaratacaktır. Tüm bunlar, proletaryanın kültürünün unsurlarının kapitalizm koşullarında hiçbir biçimde var olmadığı anlamına gelmemelidir. İşçi sınıfı kültürü, kapitalizm koşullarında öğeler halinde mevcuttur. Ve bu kültürün unsurları, aynı zamanda politik mücadele içinde ortaya çıkar ve gelişir. Proletarya tam egemen sınıf olarak örgütlenmeden, tam olarak sınıf karakteriyle tanımlanmasa da işçi sınıfı kültürü politik mücadele içinde, deneyimler, ortak düşünceler, davranışlar ve değerler biçiminde kendini gösterir. Karşı duruşlar ve direnme alanları, yeni kurumlar ve örgütlenmeler aracılığıyla, sosyalist kültürü geliştirmenin mücadelesini veririz. Burjuva kültürü ve onun günlük yansımaları karşısındaki eleştirel tavrımız ve duruşumuz, yeni bir kültür ve yeni bir insan anlayışımızın somut görünümleridir. Bu, aynı zamanda yeni bir kültürün oluşumu talebimizi henüz tarihsiz bir yarına havale etmememiz anlamına gelir. Mücadelemiz, aynı zamanda yeni bir kültürün öncü insanlarını da geliştirmek içindir. Madem ki sosyalizmi kapitalizmden devralınan kadın ve erkeklerle kuracağız, madem ki mirası reddetmiyeceğiz, sosyalist insanın unsurlarını da bugünden geliştirmek zorundayız. Bunun alanı da eylemdir, pratiktir. Yeni insanın da, yeni kültürün de öncülleri her biçimde eylem alanlarında yaratılacaktır; kalemle ya da kılıçla...

Red ve Miras

“Felsefe ve toplum bilim tarihleri açıkça şunu göstermektedir. Marksizm ’de —dar görüşlü ve değişmez, taş kesilmiş fikirlerle dolu, dünya uygarlığının gelişme çizgisi dışında oluşmuş bir öğretim anlamında- bir sektercilik sözkonusu değildir. Tam aksine, Marks’ın dehası insanlığın en büyük kafalarının ortaya serdiği sorulara cevaplar bulmuş olmasındadır. Marks’ın öğretisi felsefenin, ekonomi politiğin ve sosyalizmin en büyük önderlerinin dolaysız ve hemen ardından gelen devamı şeklinde ortaya çıkmıştır. ” (Lenin)

Lenin tüm yazdıklarıyla ve “biz mirası reddetmiyoruz” deyişiyle, bütün çalışmasıyla burjuva kültürünün gerçekten değerli olan hiçbir şeyini reddetmediğini göstermiştir. ‘İnsanların biriktirdiği bilgi hazinesi” öğrenilmeden “komünist” olunmayacağını ısrarla vurgulamıştır. Gelenekten beslenmenin önemini, parti konusunu tartıştığı ünlü “Ne Yapmalı’daki şu sözleri de açıkça göstermektedir: “... Şu noktada yalnızca öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği parti ile yerine getirilebileceğini belirtmek istiyoruz. Bunun ne demek olduğunun somut bir kavrayışına sahip olmak için okur, Herzen, Belinski, Çernişevski gibi Rus Sosyal Demokrasinin öncülerini ve yetmişlerin parlak devrimci yıldızlarını anımsasın, Rus yazınının şimdi kazandığı ve kazanmakta olduğu dünya ölçüsündeki önem üzerine kafa yorsun.”

Marksist öğretinin kurucuları, kendilerinden önce yaratılan maddi ve manevi mirasa sahip çıktılar ve Lenin’in ısrarla vurguladığı gibi, teorilerini bu miras üstüne inşa ettiler. Lenin’in proletcult örgütü ve ondan beslenen sanat akımı karşısındaki tutumu da miras ve gelenek sorunları karşısındaki tarzını somutlaştırmaktadır. Proletcult, örgüt olarak 1917 yılında kurulmuştur. Kurucuları arasında materyalizm karşısında ampiriokritisizmi savunan Bogdanov gibi “Bolşevikler” vardır. Lunaçarski’nin de bu örgüte yakınlığı bilinmektedir. Proletcult’çüler hep söylenegeldiği gibi, burjuva kültürünü reddetmekte ve saf bir proleter kültür yaratabileceklerini iddia etmektedirler.

Kuşkusuz proletcult’çülerle Lenin’in kavgası yeni değildir. Sorunun kökü, 1905 yenilgisinin hemen sonrasına rastlayan Machist- ler ve Lenin arasında sürdürülen mücadeleye dayanmaktadır. Tanrı arayıcıları da denilen Bogdanov, Lunaçarski ve Bazarov aynı zamanda sanatla da yakından ilgili kişilerdir. Lenin o dönemde: “Günümüzde Marksistlerle Machistler arasında bir kavga sözkonusudur ve bu kavga bilim, felsefe ve sanat düzeyinde sürmektedir” demektedir. Otsovitzler felsefede machizmi savunurken, kendilerini kitleler arasında bir proletarya kültürü yaratmak ve yaymakla görevli görüyorlar, sanatı “proleter emellere ve tecrübeye dönük duruma getirmekten” söz ediyorlardı. Lenin otsovitzlerin programını eleştirir ve oportünist ahlakı mahkum ederek onları açıklığa davet ederken: “Ve biz herkesi Marksizme karşı düşünsel kavgayı üstü kapalı bir biçimde ilan eden programa kesin ve açık cevaplar vermeye davet edeceğiz. ‘Proleter kültür’ gibi anlatım biçimleri, aslında Marksizme karşı verilen kavgayı gizlemek içindir. Yeni grubun “ilginç” özelliği şudur: Parti programına felsefe sokulmuştur, ama hangi düşünsel eğilimin yanında olunduğu belirtilmemiştir” demektedir. Tartışma, eski bir düşünsel kavganın devamıdır sözün özü.

Genç komünistlere yaptığı konuşmada, Lenin’in yine bu “proleter kültür” yaratma konusundaki eleştirilerini dile getirdiğini biliyoruz. 2 Ekim 1920 yılında Genç Komünistler Birliği 3. Kurultayı’ndaki bu ünlü konuşmada Lenin gençlere eğitim, okul, sınıflar, komünizm ve kültür konularındaki fikirlerini aktarır. Gençlerin önlerine koymaları gereken hedefleri gösterir, öğrenmenin önemi üzerinde ısrarla durur, sosyalist kültüre ulaşmanın yollarına işaret eder; “... Kişi insanlığın biriktirdiği bilgi hazinesini hazmedemeden de sosyalist olunabilir derseniz çok büyük bir hataya düşmüş olursunuz. Sosyalizme yol açan o bilgilerin tümünü elde etmeden sosyalist sloganları ve sosyalist bilimin sonuçlarını öğrenmeyi yeterli bulmak hatalı olur. Marksizm, sosyalizmin insan bilgisinin tümünden ortaya çıktığını gösteren bir örnektir... ” Lenin, Marks’ın eserini kapitalizm döneminde elde edilen insan bilgisinin sağlam temeline dayandırdığını anlatarak, proleter kültürün insanlığın biriktirdiği bilgi hazinesinin mantıksal sonucu olması gerektiğini proleter kültürün kendine proleter kültür uzmanları süsü vermişler tarafından yaratılamayacağını açıklıkla ifade eder.

Lenin’in Proletcult örgütünün 5-12 Ekim 1920 tarihleri arasında Moskova’da yapılan Birinci Rusya Kurultayı için hazırladığı karar tasarısı bize hem proletarya kültürü konusunda yapmamız gerekenlerin ipuçlarını vermekte, hem de proletcult tartışmalarına noktayı koymaktadır. Tasarının 1’inci , 3’üncü ve 4’üncü maddelerinde diyor ki Lenin:

“1- Genel olarak siyasi eğitim alanında, özel olarak da sanat alanında, Sovyet işçi ve köylü cumhuriyetinde yapılan bütün eğitimsel çalışmaların, proletarya diktatörlüğünün amaçlarını, yani burjuvazinin devrilmesi, sınıfların kaldırılması ve insanın insanı sömürmesinin her türlü biçimine son verilmesi amaçlarını hedefine ulaştırmak üzere proletaryanın içinde bulunduğu mücadele ruhuyla donatılması gerekiyor.

3- Bütün bir çağdaş tarihten edinilen deneyimler, özellikle de, Komünist Manifesto’nun çıkışından bu yana bütün ülkelerdeki proletaryanın sürdürmekte olduğu yarım yüzyıllık devrimci mücadele hiç kuşkusuz şunu göstermektedir ki, devrimci proletaryanın çıkarlarının, görüş açısının ve kültürünün biricik hakiki ifadesi, marksist dünya görüşüdür.

4- Marksizm, devrimci proletaryanın ideolojisi olarak, kendi tarihsel dönemini kazanmıştır; çünkü Marksizm, burjuva döneminin en değerli başarılarını reddetmek bir yana, tam tersine insanoğlu düşüncesi ve kültürünün iki bin yılı aşan bu gelişmesi boyunca değerli olan ne varsa hepsini özümseyerek yenileştirmiştir. Her türlü sömürme biçimine karşı mücadelenin en son aşaması olan proletarya diktatörlüğünün pratikteki deneyimlerinden esinlenerek, ancak bu temel üzerinde ve bu doğrultuda yapılacak çalışmalar, hakiki bir proletarya kültürünün gelişmesi olarak kabul edilebilir. ”

Marksizmi rehber edinmek ve geçmişin kültürünü özümseyerek dönüştürmek, ilke budur. Lenin’in: “1- Özel fikirler değil Marksizm, 2- Yeni bir proletarya kültürünün yaratılması değil, Marksizmin dünya görüşü ve proletaryanın kendi diktatörlüğü dönemindeki hayat ve kavga koşulları açısından var olan kültürün en iyi örneklerinin, gelenek ve başarılarının geliştirilmesi” derken kastettiği de budur. Proletcult, bir sanat akımı gibi görünse de özünde bir politik akımın dışa vurumuydu. Ve 1905’ten beri sürdürülen bir mücadelenin sanat cephesindeki görünümüydü. Lenin’in Proletcult’çülerle kavgasının temelinde bu yatmaktadır. Proletcult’çüler, tıpkı Krilof’un şiirinde dediği gibi “Yarın uğruna Rafael’in eserlerini yakacağız/Müzeleri yıkıp sanat eserlerini çiğneyeceğiz” tarzında bir nihilizme yatkındı. Kuşkusuz tüm devrimci düşünceler yadsıma temelinde gelişir. Eğer Marks Alman felsefesini ve İngiliz ekonomi politiğini yad- sımasaydı Marksizm diye bir bilim ortaya çıkabilir miydi, diye de sorabiliriz soruyu. Yeni bir kültür inkar olmadan gelişemez. Ama önemli olan neyin, nasıl yadsınması gerektiği sorusuna yanıt vermektir.

John Reed “Dünyayı Sarsan On Gün” adlı kitabında Ekim Devrimi sırasında aydınların, devrime karşı düşmanlığının bazı tezahürlerini anlatır. Muzaffer devrim, bırakın aydınları, Moskova ve Petersburg’da telefonları çalıştıracak insan bulmakta bile zorlanmaktadır. Telefon memureleri genelde yoksul düşmüş ve öğrenim görmüş soylu kızlardır, devrim için çalışmayı reddederler. Muzaffer proletarya aydınları devrimi desteklemeye ikna etmek, tarafsızlaşmak ve ikna edemediklerine karşı da gerektiğinde güç kullanmak zorunda kalmıştır. Konuyla ilgili Lenin’in onlarca makalesi vardır. Sosyalizmi kapitalizmde kalan kadın ve erkeklerle kurulacağı açıktır da, ondan miras kalan aydınlarla kurmanın getirdiği handikaplar da ortadadır. Kuruluşun ve kültürün dokusunda ‘aydın’ vardır. Bu yüzden sınıf, kendi organik aydınlarını yetiştirmek göreviyle karşı karşıyadır. Eğitimsiz ve yoksul Rusya’nın ihtilalci yöneticileri, Komün deneyimini göz önünde tutarak burjuva aydınları istihdam yoluna gitmiş, onlara görevler vermiştir. Lenin’in ve Bolşeviklerin kültür politikalarını da bu zorunluluklar yönlendirmiştir.

Müzikten anlayan bir kulak, şeklin güzelliğini anlayan göz... Bunun için alışkanlıklar edinmek ve eğitimli olmak gerekir. “Müzikten anlayan bir kulak, şeklin güzelliğini anlayan bir göz gibi insan duyarlılığın öznel zenginlikleri, kısaca kısmen geliştirilip kısmen yaratılmış insani güçler olan ve insanca zevk alabilen duyular, insanın nesnel olarak açılan zenginliğinden doğabilir sadece” diyor Marks, “Beş duyunun oluşması şimdiye kadarki dünya tarihinin sonucudur. Aç kalmış bir insan için, besinin insani biçimi değil, besin olarak soyut özü olabilir ancak. Böyle bir besin en kaba saba biçiminde de elde edilebilir. Aç kalmış insanın yemek yemesiyle bir hayvanın arasındaki farkın ne olduğunu söylemezdik. Yoksul, sıkıntı içindeki adamın gözü en güzel oyunu bile görmez; madenleri işleyen adam, onun ticari değerini düşünür, madenin güzelliği ya da eşsizliğini düşünmez. ”

Bu yüzden Rusya’da önce insanların karnını doyurmak ve eğitmek görevi öne çıktı. Ve elbette başlangıçta öğrenmek görevi, dönüştürme görevinin önüne geçti. Lenin, Clara Zetkin’le yaptığı söyleşide:

“Ama önemli olan, bizim sanat üzerine görüşlerimiz değil. Önemli olan, sanatın bizim gibi birçok milyon sayan bir halkın içinde, birkaç yüz hatta birkaç bin kişiye ne getirdiği değil. Sanat halka aittir. O, derin köklerini geniş çalışan kitlelerin içine salmalıdır. O, onlar tarafından anlaşılmak ve sevilmek zorunda. O, onları, hisleri, düşünceleri ve istekleri üzerine birleştirmek zorunda. O, onların içinden sanatçılar çıkarmak ve geliştirmek zorunda. işçi ve köylü kitleleri siyah ekmek bulamazken, küçük bir azınlığa tatlı ve şekerli bisküvi ikram etmek doğru mudur?” diyor.

Tüm çalışmalarda, işçi ve köylü kitlelerinin göz önünde tutulması gerektiğini söylüyor. “Onlar için çalışmasını ve hesaplamasını öğrenelim, bu sanat ve kültür alanı için de geçerli.” Sonra da sorunun özüne parmak basıyor:

“Sanatın halka, halkın da sanata gidebilmesi için, ilk önce eğitim ve kültür seviyesini yükseltmemiz lazım. Bu alanda ülkemizdeki durum ne? iktidarı ele geçirdikten bu yana yarattığımız muazzam kültür eserine hayranlığınızı dile getiriyorsunuz. Evet, övünmeden şunu söyleyebiliriz ki, bu konuda çok şey yaptık, çok. Biz, bütün ülkelerin menşevikleri ve Kautsky’lerinin bizi suçladıkları gibi, sadece kafa kesmedik, biz çok kafaları aydınlattık. Ama sadece geçmişe kıyasla çok.” Ekmeğin güvence altına alınması ve halkın aydınlatılması, en geniş halk eğitimi, “kültürel olarak mirassızlaştırılmış” bir kuşağa başka türlü ulaşmanın olanağı yoktu. Sovyetler Rusyası’nın kültür politikalarını bu koşullar belirledi.

Ama tüm bu öğrenme ve aydınlanma çabaları “red’din önemini azaltmamalıdır. Lenin’in “eski okul”ları reddeden söylemi, devrimden hemen sonra başlayan Teknik ve Sanat okulları uygulaması “red’dedebilmenin pratik uygulamalarıydı. Örneğin Petrograd’da 1918 yazında kurulan, Serbest Sanat Stüdyosu (SVEOMAS), Canan Çoker’in belirttiğine göre şu ilkelere göre çalışıyordu:

“1- Uzman sanat eğitimine katılmak isteyen herkesin SVEOMAS’a girmeye hakkı vardır. 2- Sanat okuluna sürekli katılan herkes SVEOMAS üyesidir. 3- Bütün yıl boyunca üye kaydı yapılır. 4- Bu okula 16 yaşın üzerindeki herkes başvurabilir. Herhangi bir diploma aranmaz.” Yarışma, sınıf farklılıklarının henüz ortadan kalkmadığı devrimin hemen sonrasında, miras olarak cehaleti ve yoksulluğu devralanlar, kısaca mirassızlar açısından zararlıdır. Kazananlar yalnızca varlıklı sınıfların eski üyeleri olacak ve eşitsizlik fiili olarak hükmünü sürdürecektir. Yaygın kitlesel eğitim, ajit-prop trenleri, alan tiyatrosu uygulamaları kültürü kitleselleştirmek açısından üzerinde durulması gereken örneklerdir. Proletcult örneğinin “reddeden yönü” bu açıdan göz önüne alınmalıdır. Kitle iletişim araçlarının ne denli geliştiği düşünülürse kitlesel kültürel gelişim ve değişim için ufuk açıcı öneriler ortaya çıkabilir, bu eski tarzlar bilinçlendirme ve dönüştürmede önemli açılımlar sağlayabilir, yeni tekniklerle birleştiğinde.

Yıkılan toplumun tortuları alışkanlıklar, gelenekler, düşünme ve yaşama biçimleri bireyin yeni toplum içindeki yaşamını da koşullandırır. Geçmişin tüm kalıntıları bireysel ve toplumsal bilinçaltımızda sınırlayıcı, engelleyici tortular ve katmanlar halinde mevcuttur. Yaşamını kökten dönüştürmemiş bireylerle yeni bir toplum kurmak mümkün müdür? İşte inkarın önemi burada ortaya çıkıyor. Bu da son çözümlemede ekonomik kökleri olmakla beraber ideolojik ve kültürel bir pratiği gerekli kılıyor. Sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte doğan, hücrelerimize sinen düşünme biçimlerinin, alışkanlıklarının, davranış kalıplarının değiştirilmesi gerekiyor. Bu da her gün yeniden üretilmesi gereken bir yaşam ve kültür pratiğini dayatıyor. Entelektüel birikim, bilgi ve becerilerin eleştirel bir kabulü olarak mirası kabul etmeye evet, ancak sınıflı toplumdan devralınan düşünme ve yaşama biçimlerine hayır. Tavır bu olmalı. Faaliyetlerimiz de ona göre düzenlenmelidir. Yeni bir kültür ve bilinçlenme, burjuva değer yargılarının çalışma, yeme, içme alışkanlıklarının, gündelik yaşam pratiklerinin, düşünce kalıplarının tümüyle reddi. Yeni duygulanma biçimleri edinmek, yeni bir düşünceyi benimsemekten daha zordur. Ve bunların eğitimle sağlanması gündelik pratikler, her gün yenilenen gündelik pratiklerle mümkün olabilir. Sanatın dönüştürmedeki önemi de bu duyular dünyası üzerindeki etkisinin gücü yüzündendir. Yeni bir dünyanın yeni bir kültür ortamı ve yeni bir insan olmadan varedilemeyeceği, yeni düzenin yeni insanlar olmadan yaşayamayacağı düşünüldüğünde, yeni bir kültürün öncülleri için bugünden mücadele etmenin önemi ortaya çıkar.

Kültür ve Yeni İnsan

“Eski ütopik sosyalistler sosyalizmin yeni tip insanlarla kurulabileceğini hayal ediyorlardı, önce iyi, saf ve çok iyi insanlar yetiştirilecek, sonra da bunlar sosyalizmi kuracaklardı. Biz buna her zaman gülüp geçtik ve bunun oyun oynamak olduğunu, ciddi politika değil, küçük hanımların vakit geçirmeleri için bir sosyalizm olduğunu söyledik” diyor Lenin, “Biz, kapitalizm altında büyümüş, kapitalizm tarafından yoksun bırakılmış ve bozulmaya uğramış ama kapitalizmle mücadelenin çelikleştirdiği o erkek ve kadınlarla sosyalizmi kurmak istiyoruz.” (Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları adlı yazıdan)

1919’da bunları söylüyor Lenin. Peki bu söylenenlere bakıp, sosyalizmin “yeni tip” insanlarla kurulacağı fikrinin yanlış olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır söyleyemeyiz. Yaşanan deneyler sosyalizmin yeni tip insanlar yaratılmadan kurulamayacağını, yeni bir toplum, yeni bir kültür ve yeni bir insan mücadelesinin önemini kanıtlamıştır bize. Yazıyı 1919’un koşulları içinde yorumlamak, ‘burjuva aydınları’ saflarına katılmayan bir sovyet hükümetinin ileri doğru yürüyüşünü gerçekleştiremeyeceğinin bilincinde olduğu gerçeğinin vurgulanması ve objektif koşulların dayatması olarak görmek gerekir.

Ütopik sosyalistler, steril ortamlarda yeni bir toplum kurmayı hayal ediyorlardı. Owen gibileri, Yen Dünya’da komünler oluşturuyorlardı. Ancak tarihsel ve toplumsal koşulların elvermediği bir zamanda gerçekleştirilen bu komünlerin ömrü kısa sürüyordu. Bilimsel bir sosyalizmin kurulabilmesi için ütopik sosyalistlerin kıyasıya eleştirilmesi gerekiyordu, öyle de oldu. Bilimsel sosyalizm ütopik sosyalizmin reddi temelinde gelişti, ancak ütopik sosyalizm bilimsel sosyalizmin kaynaklarından biri oldu, hala da öyledir. Bugün ütopyacılardan da öğreneceğimiz şeyler vardır. Çünkü artık sosyalizmin yaşayabilmesinin maddi temelleri vardır, bu maddi temeller üstünde yeni bir dünya kurulacaktır. Ve iktidarı ele geçirmiş bir proletarya yaşamın her alanında egemen sınıf olarak örgütlenemezse başarı şansı olmayacaktır. Yeni insan bunun için gereklidir. Yeni insan, yeni bir ahlak, yeni bir çalışma alışkanlığı demektir. Yeni üretim ve tüketim alışkanlıkları, yeni bireysellik demektir. Lenin de bunun bilincindeydi. Bu nedenle, zorunlu çalışmanın alternatifi olan, sosyalist subbotnikleri, ekonomide “komünist olan tek şey” olarak savunuyordu. Subbotnikler gönüllü çalışmadan başka bir şey değildi. Yeni bir toplumda ise çalışma bir zorunluluk değil, bir ihtiyaç olarak görülmeli ve gönüllü olmalıydı. Yoksul ve geri Rusya’da, ilk deneyimde yeni insan prototipini yaratmak ancak proletarya diktatörlüğü koşullarında gerçekleşti. Bugün kapitalizme karşı mücadele koşullarında çelikleşmiş insanların, gündelik hayatın beyinlerine kaktığı iktidar mekanizmalarını kırmadan sosyalist olamayacağını biliyoruz. Lenin’in sözlerinin, esas hedefinin “proletcultçüler” olduğunu, esas problemin de burjuva aydınların istihdamı olduğunu bildiğimiz gibi: “Bilim ve teknoloji ancak zenginler için, varlıklı sınıf için vardır; kapitalizm ancak azınlığa kültür götürür. Sosyalizmi bizim bu kültür içinde kurmamız gerekiyor, başka malzememiz yok. Biz sosyalizmi dün, kapitalizmden bize bugün kullanılmak üzere kalan malzemeyle bir an önce kurmak istiyoruz, hemen şu anda, hem de böyle bir masalı ciddiye alacağımızı sanan, limonlukta yetişme insanlarla değil. Elimizde sadece burjuva uzmanlar var. Kullanacağımız başka tuğla yok. Sosyalizm zafere ulaşmalıdır ve biz sosyalistler ve komünistler, yaptığımız işlerle şunu ispat etmeliyiz ki, bizler sosyalizmi bu tuğlalarla, bu malzemeyle kullanabilecek güçteyiz, kültür meyvelerinden son derece az tatmış proletaryanın ve burjuva uzmanların yardımıyla sosyalist toplumu kurabiliriz” diyor yukarıda aktardığımız sözlerin devamında Lenin, “Dünya kapitalizminin tarihsel mirası, bu sorunu karşımıza çıkarmaktadır işte! iktidara geldiğimiz zaman, Sovyet devlet mekanizmasını kurduğumuzda somut olarak karşılaştığımız zorluk budur! ”

Bizim işimiz deneylerden dersler çıkarmaktır. Kuşkusuz proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmeden önce, bütün maddi ve düşünsel çalışma alanlarında, bütünüyle gelişmiş organik bir bilgi ve sanat sistemi anlamında bir proleter kültür yaratamayacağını, yeni bir dünyayı kurmaya sevdalı yeni insan ön tiplerinin de düzenle kapitalizmin pislikleriyle bulaşık olduğunu biliyoruz. Ama bizim yeni insan anlayışımız, “bekleyin önce yeni insanı yaratalım, sonra sosyalizmi kurarız” tarzıyla temelden farklı. Biz eylemin ateşinde çelikleşmiş, marksist kültürle yoğrulmuş, düşündüğü gibi yaşamayı tarz haline getirmiş, eylemle gelişen ve yetkinleşen insan tipinden söz ediyoruz. Durmaktan değil, hareket etmekten, kaçmaktan değil, kavgaya girmekten yana bir anlayış bu. Limonlukta değil, barikat başlarında, bu barikat nerede olursa olsun, yetişmektedir bizim yeni insanımız.

Proletaryanın kültürel üretimin araçlarından yoksun oluşunun onu nasıl kısıtladığını, Lenin’in sözleri bir kez daha kavratıyor bize. Ama proletarya politik kültürü gelişmiş bir sınıftır ve ‘örgüt’ en önemli silahıdır. Kültür sanat cephesinde örgütlülüğün önemi bir kez daha açığa çıkmaktadır böylece. Proletarya, kendi kültür örgütlülüklerini, kendi kurumlarını yaratmalı, yüzü emekçilere dönük bu örgütlenmeler, işçi sınıfının ileri kesimlerini kültürel olarak, özelde estetik ve sanatsal anlayışını geliştirecek biçimde, eğitmenin yollarını aramalıdır, bulmalıdır da. Kurumlar, işçi sınıfının organik aydınlarının yetişmesinde ve ortaya çıkmasına katkıda bulunmalı, post-kapitalizm koşullarında bir kısmı emekçileşmeye yüz tutmuş entelektüeller arasında çalışmanın yolları bulunmalıdır. Devrimi kazanmakla aydınları kazanmanın paralelliği göz önünde bulundurulmalıdır.

Kültür-Aydınlar

Aydınlar, tarihsel olarak ortaya çıkan insan gruplarıdır ki; daha çok kol emeği yerine kafa emeği ile çalışırlar. Aydınlar için “egemen sınıfın elçileri” der Gramsci. İktidar ve aydın arasında kopmaz bir bağ vardır. Tarih sahnesine çıkan her yeni sınıf, kendinden önce var olan birtakım aydın grupları bulmuştur. Gramsci’nin dediği gibi; “Bunlar galiba toplum ve politika alanında en karışık ve en köklü değişmelerin bile durduramadığı tarihsel sürekliliğin temsilcileri olmuşlardır. ” Tarihsel gelişmenin ürünü olan, bilim adamları, edebiyatçılar, yöneticiler, filozoflar gibi mesleklere mensup olan bu aydınlara “geleneksel-klasik” aydınlar diyoruz. Kapitalizmin günümüz aşamasında kendilerine özerk ve bağımsız bir statü yüklemeyi çok seven bu aydın grubu gittikçe tükenmektedir. Entelektüelin, bir marjinal, yurdunda bir sürgün, bir yabancı, bir muhalif olması gerektiği yolundaki savlar, yitmekte olan bu aydın grubu için yakılan bir ağıt gibidir. “Aydınların yaratıcı çalışmasını belirleyen ve yönetici sınıfın lehine işleyen toplumsal cazibe yasası”, global düzende daha etkinleşmiş, klasik aydınlar giderek şirket temsilcilerine dönüşmüştür. Bu nedenle düzenle şu ya da bu ölçüde çelişkisi olan aydınların kazanılması sınıf açısından gittikçe daha fazla önem kazanmaktadır. Ve açıktır ki, devrim cazibe merkezi olduğu zaman, aydınlar da yönlerini proletaryaya çevirecektir.

Ancak bir diğer aydın grubu vardır ki, bunları her sınıf kendi gelişimi boyunca yetiştirir, geliştirir. Bu aydınlara sınıfın organik aydınları denir. Kültür dediğimiz şey de bir sınıfın ilişki ve etkileşimleriyle organik aydınları tarafından oluşturulur. Denilebilir ki, bir politik parti kendi organik aydınlarını en iyi şekilde yetiştiren bir araçtır. İşte kültür ve sanat alanında yaratılan kurumlar ve örgütlenmeler de, bu yetişmede ortaya çıkarıcı, keşfedici ve dönüştürücü bir rol oynayabilmelidirler. İşçi sınıfının politik olarak gelişmiş üst tabakaları ve öncüsü için de bir proleter kültürün nüvelerini geliştirebilecek girişimlerde bulunulmalıdır. “Burjuva kültürü —teknik, politik, felsefi, sanatsal kültürü— burjuvazi ile onun mucitlerinin, düşünürlerinin ve şairlerinin etkileşmeleriyle gelişmiştir.” Proletaryaya ise kültürün yolu kapanmıştır. Bu nedenle onun görevi, kendine kültürün yolunu kapayan sisteme son vermek, kendisi için kültürün yollarını açmaktır. Proletarya kendi kültürünü kitlelerin yaratıcı etkinliği temelinde kurana dek, yapılması gereken, bugün var olan kültürün demokrat, devrimci ve sosyalist öğelerini geliştirmeye çalışmak, onu eleştirel bir biçimde kitlelere aktarmanın yollarını bulmaktır. Devrimci, demokrat aydınların saflara kazanılması, organik aydınların gelişiminin sağlanması, hep hayatı politik olarak kavramakla mümkün olacaktır. Bu anlamda sosyalist kültür emekçileri, kültürü sınıfa taşıyacak kültür cephesi militanları yetiştirmek göreviyle karşı karşıyadır.

Sosyalist kültür emekçileri kavganın içinden gelecek, eylemde gelişecektir. Kültürü sınıfa taşımanın önemi ortadadır. Bunu kültür ve sanatın militan emekçileri sağlayacaktır. Devrimci kültür ve sanat cephesinin militanları, kolektifin proletaryaya bilinç taşıyan özgün bir kolu olacaktır. Bunu yapabilmek için felsefede, bilimde, sanatta Marksizmin olanakları ve silahlarıyla donanacaklardır. İdeolojiyi ve politikayı rehber edineceklerdir. İdeolojiyi rehber edinmek, hayatı devrimci ideoloji çerçevesinde kavramak ve zenginleşmek anlamına gelir. Lenin; “Genel proleter davadan bağımsız bir bireysel konu olamaz” demiştir. Karşıtlarımız ne derse desin, biz bu ilkeden hareket ederiz. Kültür ve sanat emekçilerinin proletaryaya bilinç taşıması başka araçlarla değil, bilimi, sanatı, edebiyatı kullanarak mümkün olacaktır. Onları özgün kılan da budur.

Politika ve Sanat

Kim ne derse desin her sınıfın sanat karşısında bir politikalar sistemi vardır. Ve her sınıf, sanata kendi çıkarları açısından yaklaşır. Bugün tüm söylemlerini bilinçli olarak politika dışında kurmak eğiliminde olan burjuvazi, sanatı hayattan ayırmak ve onu kendine yeterli bir zanaat haline getirmek istemektedir. Tıpkı diğer bilinçli biçimleri gibi sanat da toplumsal insanın bir işlevidir, öyle olmaya da devam edecektir. Sanatsal yaratış her halükarda dış dünyayı yansıtır. Sanat, kendine özgü kurallarına göre gerçeği yeniden kurgular, değiştirir ve dönüştürür. Her insan sanatında, birey olarak yer aldığı sınıfın yaşadığı coğrafyanın, çağın ruhsal dışa vurumlarını yansıtır. Bilincinde olsun olmasın, böyledir bu.

Proletarya da sanattan kendi ruhsal görüş açısının, dünya görüşünün yansıtılmasını ister. Ancak bu yansıtma kaba bir biçimde değil, sanatın özel aynalarından geçerek olacaktır. Sanat, yığınların tarihi ileri götürmesine yardım etmelidir. Biz açıkça sanat ve edebiyatın devrime hizmet etmesini, daha sonra ise, sosyalist inşanın bir unsuru olmasını istiyoruz. Stalin, sanatçılar için, "insan ruhunun mimarları" diyor. İnsan ruhunun mimarları olmak, sosyalizmin manevi öncüleri olmak demektir. Sanatta partizan olmak da bundan başka bir şey değildir.

Sınıf mücadelesinin kültürel alandaki anlamı yalnızca burjuva kültürüne, emperyalist kültürel hegemonyaya karşı mücadele etmek değildir. Aynı zamanda bir mevzi elde etme, direnme alanları oluşturma ve geleceğin kültürünün unsurlarını bugünden geliştirmektir de. Marksist-leninistler açısından kültürün bir inşa sorunu olması da sanatta ve edebiyatta partizanlık ilkesinin teorik, ideolojik önemini artırmaktadır. Devrimci mücadelenin akla gelebilecek tüm alanlarını kapsayan partizanlık ilkesi, en çok sanat ve edebiyat alanında saldırı konusu olmuştur. Şolohov; "Sanatın belki de hiçbir alanında ideolojik çatışma edebiyattaki kadar keskin değildir" derken çok haklıdır. Çünkü edebiyat, duyular alanıyla ilgilidir ve insanın ruhsal gelişimi üzerinde direkt etki yapar. Yeni bir ahlaktan, yeni yaşam anlayışlarından, yeni bir insandan söz edenler açısından çok önemlidir sanat ve edebiyat. "Marksçı estetik mülkiyet, sınıflar ve ideoloji biçimlerinin tarihsel temeli üzerinde dolaşır, sanatı 'dünyayı temsil etmenin bir yolu, bir bilme aracı, bir toplumsal bağ, bir sınıf silahı, insancıl bir zenginleşme, bir bilince varış, bir toplum aynası' sayar" der J. Freville. Bu, sanatın toplumsal içeriğini açığa vurması açısından önemli bir tanımlamadır.

İnsanın yaşadığı toplumda doğduğu andan itibaren özümsediği duyular dünyasını bilimsel bir programla değiştirmek çok zordur. Herkesin bunu başarması da mümkün değildir. Sanat, işte duyular dünyasına girmenin yolunu bularak ideolojik değişimi hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir. Yeni bir toplum kurmak ve yüzlerce yıldır insanın dokularına sinmiş "ya soy ya soyul" zihniyetine son vermek isteyen bir devrimin ve bu devrimi gerçekleştirecek olan politik örgütün sanat ve edebiyata gereksinmesi büyüktür. Ama "öncü" parti sanatın genel eğilimlerini keşfetme, gelişme olanaklarını sezme ve proletaryanın genel çıkarlarını gözetme dışında sanata herhangi bir müdahalede bulunmaz. Sanat yönergelerle yönlendirilemez. Sanat, kendi ölçülerine göre, kendi kurallarını kendi bulur, çıkarır, geliştirir. Ancak sanatın "amaçsız amacından" söz etmek, proletarya açısından lükstür. Sanatın amaçlılığı objektif bir gerçektir. İnsanlık adına ortaya çıkan bir sınıf da sanatın sunduğu olanakları değerlendirir, değerlendirmek zorundadır.

Sonuç Yerine

Kültürün bir sınıf karakteriyle tanımlanması, geleceği etkileme kapasitesi, emekçinin emek gücünü verili bir kültür ortamında üretiyor olması kültür-sanat cephesini mücadelenin özgün alanlarından biri haline getirir. Bu cephede mücadele esas olarak, teoriyle, fikirlerle, sanat ve edebiyatı bir silah haline getirerek yürütülür. Kuşkusuz öncünün ideolojik hegemonyası gereklidir, ancak onun ötesinde mücadele, özgür ve yaratıcı çalışmayı gerektirir.

Yeni bir kültürün ön koşulları devrim tarafından hazırlanacaktır. Fakat şimdiden karşı kurumlar yaratmak, bu kurumlar aracılığıyla kültür taşıyıcılığı yapmak, emekçi kitlelerin kültürel gelişimine hizmet etmek, bu amaçla kolektifler oluşturmak gerekmektedir. Kültür ve sanat cephesinde örgütlenmeye ve kurumlaşmaya gereken önemi vermek, sınıf mücadelesinin acil görevlerindendir. Çalışmaların bütün alanlarında kültür sanat komisyonları, kültür birimleri, edebiyatçıları, sanatçıları bir araya getirecek örgütler kurulabilir. Mevcut örgütlenmeler içindeki etkinlikler artırılabilir. Özerk kurumlar oluşturulabilir.

Bu tür kuramların yönü kuşkusuz sınıfa dönük olmalıdır. Bu kurumlar aydın kulüpleri değildir. Elbette salt politik örgüt de değildir. Demokrat aydınların katılımının sağlanması bir görev olarak ortada durmaktadır. Bu yüzden aydınlara yönelmek önemlidir. Ancak aydınların kuramlara katılımı, bu tür kuramların bir tür cazibe merkezi haline getirilmesiyle sağlanabilir. Lenin'in "parlak bir toplumsal- psikolojik tanımlama" olarak betimlediği, Karl Kautsky'nin tespitlerinden yola çıkarsak ve günümüz koşullarını göz önüne alırsak, aydın kesimi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkiden söz edebiliriz. Kuşkusuz Kautsky'nin sözünü ettiği çelişki, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiye benzememektedir. Zihniyetler düzeyindeki bir çelişkidir bu. Proletarya, kolektif ve dayanışmacı olmaya yatkınken aydının durumu farklıdır: "Aydına gelince, durum oldukça değişiktir. O, bileğinin gücüyle değil, kafasıyla savaşır. Onun silahları, kişisel bilgisi, kişisel yetenekleri, kişisel inançlarıdır. Herhangi bir yere, ancak kendi kişisel nitelikleriyle erişebilir. Bu yüzden bireyselliğini en özgür biçimde kullanabilmesi, ona başarılı çalışmasının temel koşulu olarak görünür. Bir bütüne bağlı bir parça olmaya güçlükle razı olur, o zaman da bu eğilimden ötürü değil, zorunluktan ötürüdür. Disiplin gereğini, seçkin kafalar için değil, yalnızca yığınlar için kabul eder. Ve kuşkusuz, kendini birinciler arasında sayar..." (Kautsky’den aktaran Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 157)

Kautsky bize İbsen'in pek çoğumuzun seyretmiş olduğu oyunu "Bir Halk Düşmanı"ndaki Doktor Stockman'ı örnek verir. Stockman pek çoklarının düşündüğü gibi bir sosyalist olmayıp, sıkı bir çoğunluğa yenilmesi gereken bir canavar gibi bakan bireysel aydın tipinin örneğidir. Günümüz devrimci demokrat aydınlarının pek çoğu, örgüt fikrine ve sıkı çoğunluk anlayışına düşman gibi bakan Stockmanvari aydınlardır. Bize sosyalist hareketin gereksindiği aydın türünün örnekleri gerek. Kautsky'nin verdiği örnekle Liebknecht gibi, “Kendisini hiçbir zaman en öndeki yerlere dayatmayan ve sık sık azınlık içinde kaldığı Enternasyonalde örnek bir parti disiplini gösteren Marks gibi...” Eh, bir de Lenin'in görmek istediği emekçilerin içinden çıkacak olan Babuşkin tipi aydınları sayabiliriz. Babuşkin tipi aydınlar, sınıf içinde yürütülecek kültürel sanatsal eğitim süreciyle eylemin kesiştiği noktalarda yetişecektir elbette. Deneyimler ve birikim, her iki tür aydını yetiştirmenin ve ortaya çıkarmanın yaşamsallığını dayatmaktadır bize.

Şiarımız yeni bir toplum, yeni bir kültür, yeni bir insan ve elbette yeni bir dünyadır. Ve bu uzun erimli bir hedeftir. Bu insan ruhunun yeni bir şekillenişini gerektirir. İnsan ruhu eldeki malzemedir. Malzeme ne kadar gelişir, yetkinleşirse dönüşüm o denli kolay olur. Ruhsal gelişmenin, düşünsel pekişmeyle ilgisi göz önüne alınırsa kültürel ve sanatsal eğitimin önemi ortaya çıkar. Bunun için, her yolla sınıfa yönelmek gerekmektedir. Sınıfa yönelmek, öncüde büyüyecek, çeşitli gelişme evrelerini öncüde tamamlayacak, sınıfıyla birlikte düşünmeyi ve duymayı bilen sanatçı tipinin de ortaya çıkmasına yol açacaktır. Tüm bunların olabilmesi için kültür-sanat cephesinin emekçi ve militanlarının insanın tarihini, çağdaş hayatın yasalarını, somut gerçeklerini, özgün görünümlerini çözümleme yeteneğine sahip bireyler olmaları gerekmektedir. Militan bir eğilim ve iyi bir teorik kültürel birikim. Ancak iyi bir öğrenci olunabilirse iyi bir öğretmen olmak mümkündür.

Sınıfa yönelmenin pek çok yolu bulunmalıdır. Emekçi kitlelerin kültürel, estetik eğitimi, ilerici aydınlarla kitleler arasındaki uçurumun kapanmasına da yol açabilecektir üstelik. Devrim, dışsal devrim insan ruhunda bir yenilenmeye yol açmazsa başarılı olamaz. Bilinçli, amaçlı bir kültürel eylemlilik, politik örgütle birlikte "gelecek insanın" ruhsal hazırlanışının yollarını açarak, geri dönüş olanaklarını sınırlayacaktır. Sanat, insan ruhuna yönelmenin en etkin yollarından biridir. Kolaycılık, slogancılık ve kitle kuyrukçuluğu yapılmadan sanatla sınıfa ulaşmak mümkündür. Halkın yetkin sanat ürünlerini anlamayışı, kültürel üretimin olanaklarından yoksun oluşundandır. İnsanla ilgili duyguların insanda uyanması, yani; "insanileşme" uzun bir evrim süreci geçirmiştir. İnsan, duygu ve düşüncelerinin "insanileşmesi" sonucunda insanlaşmıştır. Özne kendine uygun nesneleri yaratırken, nesne de karşılıklı etki sonucu kendine uygun özneyi yaratmış, insan soyunun diğer canlılarla farkı böyle belirginleşmiş, duygu ve düşünce yansıdığı şeye, yani maddeye şekil vermeye başlamıştır: "insanın musiki duyarlılığım yalnız musiki uyandırır... alışamamış kulağa en güzel musiki bile bir şey söyleyemez... böylece toplumsal insanın duyarlılıkları, toplumsal olmayan insanınkinden farklıdır. Öznel insan duyarlılıklarının zenginliği sadece insan yaratılışının zenginliğinin nesnel gelişmesi sonucunda musikiyi anlayacak kulak, şekil güzelliğini anlayacak göz, sözün kısası insanca zevk alabilen, kendilerini insani güçler olarak ortaya koyabilen duyarlılıklar, kısmen evrimle meydana çıkar, kısmen yaratılır... insan doğasının gerek kuram, gerek pratikte nesnelleştirilmesi gerekliydi: hem kişinin duyarlılığını insanileştirmek, hem de bütün insani ve doğal varoluş zenginliğine uygun düşecek bir insan duyarlılığı yaratmak için.” (K. Marks)

İnsanın entelektüel yetilerini geliştirmek onu insanileştirir. Ingiltere ’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı çalışmasında Engels de, entelektüel açıdan ölü olanı insandan saymıyor. Sanayi devrimi öncesi endüstri işçileri için: gerçekte insan değillerdi, diye yazıyor. Şunları diyor: "Kısacası o günlerin Ingiliz endüstri işçisi, bugün Almanya'da şurada ya da burada rastlanan türde, kendi kabuğuna çekilmiş bir biçimde hiçbir zihin işlemi göstermeden ve yaşamında büyük dalgalanmalar olmadan yaşadı ve düşündü. Çok az okuyabiliyorlardı ve çok daha az yazıyorlardı; düzenli olarak kiliseye gidiyorlar, politika konuşmuyorlar, gizli işlere kalkışmıyorlar, düşünmüyorlar, fiziksel egzersizlerden haz alıyorlar; Incil’i dedelerinden gelme bir saygı ile dinliyorlar, 'üst' sınıflara karşı, sorgusuz bir tevazu ile aşırı ölçüde iyi davranıyorlardı. Ancak entelektüel açıdan ölü idiler; küçük özel çıkarları için ve tezgahları ile bahçeleri için yaşıyorlardı, ufuklarının üstündeki bütün insanlığı sürükleyen güçlü hareketten hiç haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahat ve eğer endüstri devrimi olmasa, bu ılık, romantik, fakat insana yakışmayan varoluştan kurtulmaları mümkün olamayacaktı.”

Tekelci kapitalizmin insanileşmeyi engellemenin yöntemlerini geliştiriyor, düşünmeyen sorgusuz bir tevazu içindeki bireyi hedefliyorlar. Kitle iletişim araçları bu yönde bir etki için kullanılıyor. Gerçeğin yerini imajın aldığı, insanın içinin boşaltıldığı bir çağda yaşıyoruz. Sevinçlerin, acıların, umutların bile kendisi yok, görüntüsü var. Birileri hayali kitleler adına sesleniyor: “Bu umudunuz sizin” diyor, “işte sevme biçiminiz!”, “işte hesap soracağınız şeyler”, “işte hayalleriniz”. Her şey kitleler adına paketlenmiş, onlara hazır olarak sunuluyor. Böyle bir dünyada insanların iç dünyasına girebilmek, orada değişiklikler yaratabilmek, sorularını çoğaltabilmek çok önemli. Kitle iletişim araçlarıyla sürekli pompalanan kitle kültürü, iktidarın söylemini yeniden üretmenin, egemenliğini pekiştirmenin en etkin araçları konumunda. Medyalarca yaratılan sözel ve göstergesel dil, bireyin içinde biçimlendiği gündelik pratikleri egemen sıınfların söylemi içinde kurgulamakta, sistemin biricikliği ve değişmezliği üstüne bir ittifak sağlayarak gönüllü kulluğu üretmektedir. Bu koşullarda sanat da popülerleşmekte ve kitsch’leşmektedir. Yaratıcı eylem, yani sanat kitsch’leşmekten kurtarılmalıdır. Sanat insanileş- menin bir aracı olmalıdır. Elbette bunun için birinci sınıf bir sanat gereklidir. “Zorlu ve yaratıcı olan yolu, yani sanat kategorilerini ve tekniğini yeniden biçimlendirme yolunu seçmelisiniz. Öyle ki, sanat doğmakta olan yeni dünyayı dile getirebilsin ve onun gerçekleştiril mesinin bir parçası olabilsin. işte o zaman sizin sanatınızın proleter ve canlı bir sanat olduğunu söyleyeceğiz. işte o zaman sizin ruhunuzun geçmişten koptuğunu, geçmişi sürüyüp bugüne getirdiğini ve geleceğin gelişmesini zorladığını söyleyeceğiz ’ diyor, İspanyol İç Savaşı’nda faşistlere karşı vuruşurken ölen İngiliz Marksist estetikçi C. Caudwell.

Geleceğin gelişmesini zorlamak kültür-sanat cephesinde; karşı medyalar kurmaktan, sanatın ve kültürün kitlelere yansıtılabilmesi için bunları kullanmaktan, emekçilerin en ileri kesimlerini kültürel olarak bilinçlendirmek ve etkinleştirmekten geçiyor. Devrimci çalışmanın iki cephesi vardır: Kalem ve kılıç. Kültür ve sanat alanındaki faaliyetler kalem cephesi içinde yer alır. Ama yürütülen pratik, kültür ve sanatın olanaklarından yararlanan, onu kullanan bir politik pratiktir. Kullanma sözünden korkulmamalıdır. Çünkü sanat, eninde sonunda bir toplumsal hizmetkardır. İnsanı değiştirmek ve dönüştürmek, yeni bir dünya istemek politika yapmanın da ta kendisidir zaten. Yeni bir kültürün ancak politik pratiğin, yani sınıf mücadelesinin olduğu yerde yeşereceği de unutulmamalıdır. Devrimci mücadeleye katılmadan kitleler adına kültür ve sanat alanında faaliyet gösterilmesi mümkün değildir. Her grev, her direniş, her kitle gösterisi yeni anlayışların, davranış biçimlerinin, tarzlarının doğduğu yerlerdir. Bir sınıfın egemenlik mücadelesi yürütmesi gerekmektedir. Bu mücadeleye katılmadan yürütülen tüm çabalar boştur. Proleter, üretken ve tüketirken içinde bulunduğu kültür ortamının ürünüdür. Egemen kültürün kazandırdığı ruh haliyle donatılmıştır, o kültür tarafından kuşatılmıştır. Ancak eylem içinde yeni bir kültürün öğeleriyle tanışacaktır. Kültürel-sanatsal cephedeki mücadelenin öncüyle bağlantılı yürütülmesi bu yüzden gereklidir. Kültür-sanat cephesinde kolektif ve dayanışmacı bir çalışmanın yürütülmesi, militan bir tarz izlenmesi ve örgütlülüklerin çoğaltılması acil bir görevdir.

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi