Dinler Ve Kadın Sorunu Üzerine

Kadınlar, insan nüfusunun yarısını oluşturuyorlar. Onlar bütün siyasal hareketlerde ve toplumsal oluşumlarda her zaman en ön saflarda mücadele ettiklerinden savaş dönemlerinde en ağır bedelleri ödüyorlar, acımasızca işkence ve tecavüzlere uğruyor; esirlik ve köleliğe mahkûm ediliyorlar, "barış" dönemlerinde ise ücretsiz ağır ev işlerinin yanı sıra, tarlada ve bahçelerde de karşılığı ödenmeksizin çalıştırılıyorlar. Erkek nüfusun yeterli olmadığı dönemlerde de çoğu zaman, ikinci sınıf işçi olarak sömürü pazarına sürülüyorlar ve her kriz döneminde işçi kıyımlarının ilk kurbanları oluyorlar. Sömürücü sınıfların kültürü, bu insanları zayıf, ek sik ve korumaya muhtaç "yaratıklar" olarak sunuyor. Kapitalizm kadınları birer meta gibi takdim edip, binbir yolla piyasaya sürüyor, kâr araçları haline getiriyor.

Kadınların kurtuluşları için başlattıkları hareketin 200 yıllık bir geçmişi olmasına ve çoğu ülkede resmi olarak kadın- erkek eşitliği kabul edilmesine rağmen, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kadınlar ikinci cins olmaktan kurtulamamışlardır. Kadının kurtuluşu için verilen mücadele, dinlerin önemli parçası olduğu ataerkil zihniyet ve kültürle mücadeleyi de içermektedir. Kuşkusuz erkeklerin üstünlüğünü savunan ve ataerkil kültürün yeniden üretiminde büyük rol üstlenen dinleri yakından irdelemek, dinlerin kadın sorununa bakış açılarını topluma kavratmak ve onu teşhir etmek, kadının kurtuluşu hareketini güçlü kılacak ve zenginleştirecektir.

Kadının cins olarak aşağılanması; doğal, ebedi ve ezeli bir gerçeklik değildir. Toplumların ilk aşamalarında, özel mülkiyet ve sınıfların olmadığı dönemlerde, toplumsal üretimde üstlendiği rolden dolayı kadın, erkekle eşit ve bazen de daha ileri konumdaydı.

Kadınların erkeklere nazaran üstün bir konumda oldukları dönemler, anaerkil dönem diye adlandırılıyor. Kadınların altın çağı sayıldığı o dönemde, kabilenin şefliği, dini törenlerin yönetimi ve aile reisliği kadınların elinde bulunuyor, kan bağları ve akrabalık ilişkileri de analık hukukuna göre düzenleniyordu. Bu dönem, kadınların ziraatı keşfetmelerinden sonra başladı. Ziraatın gelişmesiyle elde edilen ürün gitgide çoğaldı, dolayısıyla ava duyulan gereksinim de yavaş yavaş azalmaya başladı. Böylece hayvanları evcilleştirme gündeme geldi. Hayvanların evcilleştirilmesi, aynı zamanda toplumların yeni oluşumlara adım atmasının ilk belirtileriydi.

İnsanlık tarihi, ilkel komünal toplumların yıkılma sürecinde evcilleşen hayvanların bakımı ve ziraatta bu hayvanlardan yararlanma şekilleri, güçlü fiziki yapıya sahip olan erkekleri ön plana çıkardı. Bazı tarım ve avlanma araçlarının geliştirilmesi ve hayvancılığa başlanması, doğal iş bölümünün yıkılış sürecini hızlandırdı. Özel mülkiyetin ve servet farkının ortaya çıkması, sınıfların da ortaya çıkmasının habercisiydi. Bu gelişmelerle birlikte kadınlar, toplumsal üretimden uzaklaştırıldılar, erkeklerin kölesi olarak, evlere hapsedilmeye başlandılar. Ataerkil dönemin başlaması, aynı zamanda günümüze kadar süren kadının köleliği tarihinin de başlangıcıydı. Bu tarihin göstergesi, kadınların boyunlarında taşıdıkları gizli ya da açık kölelik zinciridir. Engels, önemli yapıtlarından olan "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni" adlı kitabında, bu konuyu şöyle açıklıyor:

"Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile yönetimi elinde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğuran aleti haline geldi. Kadının, özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik çağda görülen bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip püslendi, aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazen yumuşak biçimler ardında saklandı, ama hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı. "

Özel mülkiyetin ortaya çıkışı, belirttiğimiz gibi, ilk önce etkisini kadın ve erkek ilişkilerinde ve kadının toplumdaki konumunu kaybetmesinde gösterdi. Kadınlar gitgide erkeklerin özel ev hizmetçilerine, şehvetlerini yatıştıran ve miraslarını paylaşmak için çocuk doğuran araçlara dönüştüler. August Bebel, "Kadın ve Sosyalizm" kitabında konuyu şöyle özetliyor: "Kadın köleleşen ilk insani yaratıktır. Köle var olmadan önce, köle olmuştur. "

Ataerkil hukuku, mirasın babadan sonra erkek çocuklarına bölüşümünü gerektirdiğinden aile içinde servet birikimini kolaylaş tırdı. Özel mülkiyet ve servet farkı, sınıfların oluşmasına yol açtı ve gitgide yeni bir düzen egemen oldu. Bu düzen köleci düzendi. Fakat, ne köleci düzende ne de feodal düzenin hüküm sürdüğü dönemde, kadının kurtuluşu gündeme gelmedi. Zira, kadının toplumsal üretimin dışında kalması, onu ekonomik olarak erkeğe bağımlı kılıyor, ve dolayısıyla böylesi bir durumun gündeme gelmesi için asgari zemini bile oluşamıyordu. Kadın sorunu sadece, kapitalist üretimin başlaması, üretim araçlarının gelişmesi ve kadınların üre time katılmaları kaçınılmaz ve gerekli olduğu zaman gündeme gelebildi. Kadının üretime katılması "ekonomik özgürlüğünü" kolaylaştırdı, bu da gerçek kurtuluşu için ilk önemli adımıydı. Bu özgürlük, ailenin ataerkil yapısına da büyük bir darbe indirdi. İlerleyen dönemlerde kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak ve özellikle de sosyalist Sovyetler Birliği'ndeki kadınların elde ettikleri hakların baskısıyla, kadınlar, farklı düzeylerde bazı doğal ve insani hakları elde edebildiler. Fakat tüm bu olumlu gelişmelere karşın, en gelişmiş ve sözde demokratik ülkelerde bile kadın sorunu, gündemdeki yerini korumaya devam etmektedir. Ev işleri toplumsallaşmadığı sürece, kadınlar çocuk yetiştirme, yemek hazırlama ve temizlik yapma gibi ev işlerinin yükümlülüğü altın da kalacaklardır. Bu da kadının kurtuluşunu olanaksızlaştırıyor. Zira kadın, erkeğin dinlenmesini sağlayarak ve ona hizmet ederek, onu yeni bir çalışma günü için hazırlıyor, kendisi de çalışıyor olması durumunda, karşılıksız ve fazladan işgücü sarfetmek zorunda kalıyor. Ayrıca çocuklarına bakarak ve onları yetiştirerek, sermaye için ücretsiz, yetişkin ve hazır işgücünü temin ediyor.

Ev işlerinin özel bir iş olarak kalması, kapitalist sermayenin isteği ve hatta gereğidir. Dolayısıyla sermaye düzeni, ev işlerini toplumsal bir konuma getirmek istemiyor. Sermaye düzeni, toplumu propaganda bombardımanına tutarak kadını bir meta gibi sunmanın yanı sıra, onu aşağılayan, kocasına ve ev işlerine bağlı kalmasını vaaz eden dinlerin güçlendirilmeleri için eğitim ve sağlığa ayırdığı bütçenin birkaç kat fazlasını ayırıyor.

Dinler ataerkil kültürünün temellerini oluşturuyor. Dini inançların etkisiyle kadınlar, istemeden ve bilmeden ataerkil kültürün yeniden üretiminde hayati bir rol üstleniyorlar. Dinlerin varlık nedenleri de, toplumsal ve cinsel eşitsizlikleri ilahileştirerek açıklamak, insanların beynini bu gerici düşünce ve inançlarla yıkamak, kadınları düşünsel olarak da köle haline getirmektir. Kadın, koca sına sadık kalmayı öğreniyor. Erkeğin eşini aldatması olayının doğal olduğu, kadının erkeği aldatması ise tanrıya karşı işlenmiş bir suç olduğu kabul ettiriliyor. Örnek bir anne ve eş olma gereği öğretiliyor, iyi annelerin tanrı tarafından sevildikleri ve mükafatlandırılacakları vaaz ediliyor. Aile kurumunun kutsal olduğu ve bu kutsal kurumun ayakta durması için dayak, tehdit ve aşağılanmayı göze almanın kadının görevi olduğu öğretiliyor. Kadınların erkeklere nazaran suça ve günaha daha yatkın ve uygun olduğu kanıksatılıyor, suskun olmaya ve boyun eğmeye zorlanıyor. Erkeklerin üstün oldukları, onların boyunduruğuna girilmesi gerektiği benimsetiliyor. Dinler, toplumsal ilişkilerin bir yansıması ve cehaletin dolaysız ürünüdür. Dolayısıyla, dinleri incelemek, onlarla iç içe geçen sosyal ve toplum sal ilişkilerin incelenmesiyle mümkün olabilir. Marks bu gerçeği mükemmel bir şekilde şöyle özetliyor:

"Her çağa egemen olan düşünceler, egemen olan sınıfın, yani; toplumun ekonomik gücüne de egemen olmasından dolayı, manevi gücüne de egemen olan sınıfın düşüncesidir. Maddi üretim araçlarını emrinde bulunduran sınıf, bunun sonucu tinsel üretim araçlarına da hükmeder. Egemen düşünceler, egemen maddesel ilişkilerin ideolojik anlatımından başka bir şey değildir. " (K. Marks, Fransızca, Seçme Eserler, s. 117)

Egemen sınıfların çıkarları, ezilenlerin manevi ve maddi köleliğinin devam etmesi için değişik ve bazen çok farklı araçların kullanılmasını gerektiriyor. Dinler, bu araçların en önemli ve en etkilisidir. Din cehaletin ürünü olduğu için cehaletin devam etmesinde büyük bir rol oynuyor ve bu açıdan yaklaştığımızda, bilimin dinlerin teşhir edilmesinde ne kadar önemli bir araç olduğu da anlaşılıyor. Dinler de bilimin bu yönünü çok iyi bildikleri için, sürekli olarak bilime ve bilimsel önermelere karşı çok sert tutumlar sergilemişlerdir. İnsanlık tarihi; din adamlarının, bilim adamlarına karşı ve dinlerin bilime karşı kin ve düşmanlık sergilemelerine tanıklık yapmaktadır.

İlkel yaratılış hikayesine göre, Adem ve Havva yasak meyveden yedikleri için, iyi ve kötüyü ayırt etmeyi öğrenmiş ve tanrı gibi erdem gücüne erişebildikleri için tanrının gazabına uğramış, cennetten sürgün edilmişlerdir. Yunan mitolojisinde de benzeri bir örneğe rastlıyoruz. Prometheus, ateşi yani bilimi ve doğaya hükmetme gücünü tanrıdan çaldığı ve insanlara verdiği için, tanrıların tanrısı Zeus'u kızdırmış ve onun çok acımasız cezasına maruz kalmıştır. Yunanlı din adamları, büyük filozof Demokritos'u Abdere’den ve diğer ünlü filozof Heraklitos’u Efes'ten sürmüşlerdir. Atinalı puta tapanlar, Sokrates'in eline zehirli bade vererek onu ölüm cezasına çarptırmışlardır. İslamın peygamberi, Araplar arasında Ebu İlim (bilimin babası) lakabıyla tanınan amcasına, Miraç hikayesine inandıramadığı için, Ebu Cehil (cehaletin babası) lakabını taktı. Muhammed'in bizzat eğittiği, aralarında yüzlerce Sehabe’nin (peygamberin yakın dostlarının lakabı) bulunduğu İslam orduları, İskenderiye ve Condi Şahpur şehirlerini ele geçirdiklerinde, milyonlarca papirus (eski Mısır'a özgü kâğıt türü) ceylan derisine yazılmış yüzbinlerce cilt kitabı gördüklerinde, en saygın sehabelerden olan Muhammed'in kayınbabası Halife Ömer'in emriyle, bir işe yarasınlar diye, hamamlarda su ısıtmak için yakıldılar. Çok sayıda bilim adamı, islam tarihi boyunca dinsizlikle/itaatsizlikle suçlandılar. İbni Sina, Hayyam ve Razi gibi büyük bilim adamları, mürted(dinden çıkmış) damgasıyla eziyet ve takibe maruz kaldılar. Giordano Bruno Roma'da ve Vanini Toulouse de Katolik papazlarının emriyle diri diri yakıldılar. Michel Servet de Cenevre'deki Protestan mahkemelerinde aynı akıbete uğradı. Çoğunluğunu bilim adamları ve filozofların oluşturduğu 5 milyonu aşkın insan, Hristiyan mahkemelerinde yakılarak ölüm cezasına çarptırıldı ya da hapishanelerde ölüme terkedildiler. Yahudi hahamlar, Spinoza'yı taş yağmuruna tutarak öldürmeye kalktılar. Katolik kilisesi, "Dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin çevresinde döndüğünü" söyleyen Galile'yi tövbe etmeye mecbur etti. Dekart kilisenin baskısı sonucu Fransa'yı terk ederek, 20 sene Hollanda'da yaşadı. ABD kiliseleri Darwin'in savunucularını mahkemeye verdiler vb. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Fakat unutmamak gerekir ki, günümüzde dinlerin açık bir şekilde bilime karşı olmadıklarını söylemeleri, radikal güçlerin, dinleri bu alanda sınırlandırmalarından kaynaklanıyor.

Değişik dinlerin, kadının toplum ve ailedeki konumuna yaklaşımlarını ele almak istiyorsak, dinlerin oluşum ve evrimi koşullarını ve egemen sınıfların çıkarlarıyla ilişkilerini de ele almamız gerekiyor. Zira dinler; toplumsal ve sosyal gelişmelerin bir ürünü dür. Dinleri ve tanrıları insanlar yaratmışlardır. İlkel insanlar, komünal topluluklarda yaşadıkları süreçlerde bile, bazı dinsel düşüncelerin nüvelerini taşıyorlardı. Bu düşünceler; doğaya karşı bilgisizlik ve acizliklerinden kaynaklanıyor, fakat, henüz özel mülkiyet ortaya çıkmadığı için, herhangi bir eşitsizliğin savunuculuğunu üstlenmiyorlardı. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte doğal dinler de değişmeye başladı ve egemen düşünce ve kültürün bir parçası ve koruyucusu haline geldiler. Kadınların boyunduruk altına alınmasını da, tanrının iradesi olarak açıkladılar ve topluma bu düşüncenin kabul edilmesini dayattılar.

Eski Yunan Dini

Yunanistan tarihi ve mitolojisi, köleci toplumun oluşumu ve egemen olduğu dönemde yaygın olan bu dinle ilgili çok zengin bilgiler aktarmaktadır. Eski Yunan dini, Politeizm (çok tanrılık) ilkesine dayanıyordu. Yunanistan uygarlığı çok sayıda şehir devlet diye anılan küçük devletlerden oluşuyordu. Dolayısıyla, tek tanrılığa dayalı bir dinin yaygınlaşmasının koşulları yoktu. Değişik şehir devletlerde tanrılar farklı konumlara sahip olmalarına rağmen, Hera, Athena, Afrodit ve Artemis vd. kadın tanrıçaları ikinci sınıf tanrılar olarak kabul ediliyor, erkek tanrılara hizmet etmek için ve yeni tanrılar doğurmak için varlıklarını sürdürüyorlardı. Hera; tanrıların tanrısı Zeus'un karısı ve Hephaistos gibi bazı tanrıların anasıydı. Athena, ev işleri ve el işleri ve savaş tanrıçasıydı. Athena, savaş dönemlerinde zırhlı elbiselerini giyiyor ve savaşçıları motive etmek için halaylar çekiyordu. Fakat, savaş tanrısı ve savaş yönetmeni erkek bir tanrı olan Aris'ti. Afrodit, güzellik tanrıçası, Artemis de ormancılık ve avcılık tanrıçasıydı. Bu ikinci sınıf kadın tanrıçaların tersine, erkek tanrılar genelde güçlü ve birinci sınıf tanrılardı. Tanrıların tanrısı, gökler ve yıldırım tanrısı Zeus, bu tanrıların en önde geleniydi. Denizler tanrısı Poseidon, savaş tanrısı Aris, yeraltı ve ölüler tanrısı Hermes, tıp ve müzik tanrısı Apollon, demircilik ve silahçılık tanrısı Hephaistos gibileri hep erkek tanrılardı. Erkek tanrılar keyfi olarak insanların kaderlerini değiştiriyor, suçluları cezalandırıyor, içebildiği kadar şarap içiyor, karınlarını lezzetli yemekler ve değişik meyvelerle doyuruyor ve sınırsız olarak da tanrıçalar ve yerli kadınlarla sevişiyorlardı. Erkek tanrıların bu huyları, kuşkusuz Yunanlı soylu ve zengin erkekler başta olmak üzere özgür erkeklerin durumunu yansıtıyordu. (Erkek köleler, kadın köleler gibi mülk ve hayvan sayıldıklarından tabii ki, bu değerlendirmeye alınmazlar.)

Yunanistan'da yaygın olan felsefe de, eski Yunan dini gibi o dönemin toplumsal ilişkilerini yansıtıyor. Aristokrat köle sahiplerinin teorisyeni olan Aristoteles, Politika adlı ünlü yapıtında, kölelerle ilgili görüşünü şöyle açıklıyor: "İnsanlar kendi aralarında bir ruh bir bedenden ve bir insan bir hayvandan ne kadar farklıysa, o ölçüde farklıdırlar. En alt sırada olanlar emek verimine, beden gücünün kullanılmasına dayanır, kaldı ki, böyleleri de sadece bu işe yarar. Yaratılış bakımından köledirler. Köle olarak yaratılmışlardır. Onlar için en iyisi bir efendinin egemenliği ve buyruğu altında yaşamaktır. " Bu ünlü filozof, kadınlarla ilgili olarak, onların akıl bakımından eksik olduklarını savunuyor, nedeni olarak da kadınların erkeklere kıyasla dört tane dişlerinin eksik olmasını öne sürüyordu.

Görüldüğü gibi, Yunan köleci toplumun üst yapısının önemli unsurları olan Yunan dini ve felsefesi, köleler ve ilk köle olan kadınlarla ilgili, aynı düşünceleri paylaşıyorlardı. Yunan mitolojisinin önemli bir parçası olan yaradılış hikayesi de, bu dinin kadınlara bakışıyla ilgili çok değerli bilgiler sunmaktadır. Efsaneye göre titanlardan olan İapetos ve Klymene dört erkek çocuğa sahip olmuşlardı. Sırasıyla; Atlas, Menoiteus, Prometheus ve Epitemeteus. Bu dört çocuk diğer titanlar gibi akıl bakımından tanrılardan üstün oldukları için, tanrılara kafa tutuyorlardı. Dolayısıyla Zeus ve diğer tanrılar onlara kin güdüyorlardı. Titanlar ve tanrılar arasında cereyan eden ünlü savaşa katılan Atlas ve Menoiteus, Titanların yenilgisinden sonra Zeus'un gazabına uğradılar. Atlas feleğin çatısını omuzlarında tutmakla ve Menoiteus da yeraltına kapatılmakla cezalandırıldı.

Kardeşlerinden daha akıllı olan Prometheus, akılsız ve bencil tanrılara karşı gözyaşlarıyla topraktan yaptığı balçığa elleriyle şekil vermiş ve ilk insanları yani erkekleri yaratmıştı. Bu erkekler tanrıların tersine, akıllı ve şefkatli olmalarına rağmen, yeryüzün de çok zor koşullarda yaşıyorlardı. Prometheus insanların sefaletine acıdığından Olimpus dağından ateşi çalarak onlara hediye etti ve tanrılara karşı işlediği bu suçtan dolayı Zeus'un çok korkunç cezasına maruz kaldı. Fakat, ne Prometheus'un Olimpus dağında asılması, ne de ebediyen iç organlarını yırtıcı kuşlar tarafından parçalanması Zeus'un kızgınlığını yatıştırmamıştır. Hikaye'nin devamını ünlü Yunanlı Şair Heseideus'dan dinleyelim. Heseideus'a ait olan şiirde Zeus şöyle diyor: "Ey İapetos'un oğlu/ ateşi çaldığında seviniyorsun/ beni aldattığına/ fakat gelecekteki insanların başına/ büyük dert açacağım ben/ onlara ateşe karşılık/afet göndereceğim ben/ve hepsi sevinecekler yürekten/ okşayıp severek afetlerini/ ve ona duydukları acıdan/ hiçbir zaman doyamıyacaklar."

Zeus'un insanlara göndermeyi düşündüğü afet, kadından başkası değildi. Heseideus şöyle sürdürüyor: "Demircilik tanrısı Hephaistus'a şöyle dedi Zeus/ biraz toprak al ve su ile karıştır/ onun içine insan sesini koy/ insan gücünü de koy/ bir yaratık yap ki/yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin/ Vücudu da genç, güzel tanrıçalara/ Athena sen de ona el ve ev işleri öğret/ ışık topu ey Afrodit/ sen de onu sihirinle kucakla/ onun nefsini istek ve arzularla doldur/ ey yüz gözlü devi öldüren Hermes/ sen de köpek yüreğini ve tilki huyunu koy."

Bu yeni yaratığın, yani Pandora adlı ilk kadının yaratılışı bittikten sonra, saçlarını bahar kokulu çiçeklerle ve göğüslerini de al tın ve çeşitli mücevherlerle donattılar. Pandora tanrıların sahip oldukları tüm huylara sahipti. Fakat akılsız tanrılar gibi o da akılsızdı. Zeus, Pandora'yı kötülükler ve acılarla doldurduğu bir kutuya koydu ve onu Prometheus'un kardeşi Epimelus'a vererek yeryüzüne gönderdi. Heseideus şöyle devam ediyor: "O Zeus ki bulutlar içinde nara atıyor/ölümlü insanlar için/o kadınları en büyük bela olarak yarattı/ o kadınlar ki, uğraşları kötülüktür/ ve iyiliğe karşı kötülük yapıyorlar."

Yere ulaştığında Prometheus'un bütün tavsiyelerine rağmen, Epimeteus kutunun ağzını açtı ve böylece kutudaki kötülükler tüm dünyayı sardı. Fakat umut kutuda kaldı. İnsanların umuda özlemleri bundandır. Tüm bunlar yetmiyordu. Epimeteus, Pandora'nın çekiciliğine yenik düştü. Onların evlenmesi sonucu çok sayıda kız çocuğu dünyaya geldi. Bu kızların, Prometheus'un yarattığı insanlarla evlenmeleri de insan nüfusunun çoğalmasını sağladı. Kadınların güzelliği ve çekiciliği, tanrıları bile baştan çıkarıyordu. Örneğin Zeus, 15 kadınla birlikte olmuş ve yarı tanrı-yarı insan bir sürü çocuğu olmuştu. Zeus bile bu kadınları elde etmek için büyük uğraşlar vermiş, çok acılar çekmişti. Kısacası insanlar ve tanrılar arasındaki mesafe, yarı tanrı-yarı insanların çoğalmasıyla kapanmaya başladığında Zeus duruma el koymak zorunda kalmış ve büyük bir tufan göndermiş, fakat çok zeki olan Prometheus'un oğlu Duevalion ve karısı Pandora'nın kızı Pyrrha büyük bir gemi yaparak suyun üzerinde kalmayı başarmış, gemilerinin Parnasos dağına inişinden sonra da insan soyunu devam ettirmeyi başarmışlardı.

Bu dinsel efsaneler, eski Yunan toplumunun kadına bakış açısını ve kadınların bu toplumdaki yerini gösteriyor. Görüldüğü gibi, toplumsal üretimden uzaklaştırılan kadınlar, akılsızlık ve fesat damgasıyla köşeye sıkıştırılmış ve erkeğin boyunduruğu altında yaşamaları da ilahi bir şekilde açıklanmıştır.

Hindu Dini

20.yüzyılın ortalarına dek vahşi bir tören olmasına rağmen açıkça uygulanan, kadınların diri diri ölen kocalarının cesetleriyle birlikte yakılması, az- çok bu konuda araştırma yapan herkes tarafından bilinmektedir. Günümüzde bile her yıl yüzlerce Hindu kadın, kocaları öldükten sonra akrabaları tarafından diri diri yakılmaya mahkûm edilmektedirler. Hindu dinine göre kadın, erkeğin mülküdür ve onun izni olmaksızın hiçbir şey yapmaya hakkı yoktur. Dul kadınlar kocalarından önce ölmemelerinin cezası olarak kocalarının cesedini yakacak olan ateşte yakılarak temizlenmeleri gerekiyordu. Hindu dininin 4 bin senelik bir tarihi var. Hindistan'daki köleci sistemin, doğa ve coğrafi koşullarının dayattığı zorluklardan dolayı, çok acımasız ve vahşi bir şekle bürünmesinden dolayı, Hindu dini de çok acımasız, olağanüstü gerici ve vahşi bir biçim almıştır. Toplumun değişik kastlara bölünmesi, Hindistan'ın özel toplumsal sistemidir. Hindu dininin kutsadığı bu sisteme göre, toplum din adamları, soylular ve savaşçılar, çiftçiler, zanaatçılar ve alt sınıflar diye kastlara bölünmüştür. Hindu dininin öğretilerine göre, ilk insan Manu'dur. Manu'nun kafasından din adamları, kollarından krallar ve savaşçılar, kalçalarından çiftçiler ve zanaatçılar, ayaklarından da alt sınıflar yaratılmıştır. Böylece toplumsal eşitsizlikler tanrının bir lütfu ve kaderi olarak açıklanmıştır.

Bu dinin öğretilerine göre, alt sınıflara men sup erkeklerin ve kast ayırmaksızın tüm kadınların, eğitim için kullanılan 36 dini ve felsefi kitapları okumaları yasaklanmıştır. Hintlilerin dinsel dilleri olan Sanskrit dilinde, tarihi hikaye anlamına gelen purana sözcüğü, bu kitapları okumalarının men edildiği insanlara da deniliyordu. Hindu dinindeki kadının konumuna bakışını yakından irdelememiz için, bu dinin kutsal kitapları arasında yer alan Manu kitabını gözden geçirmeliyiz. Bu kitapta kadın şöyle tanımlanıyor: ”Bu iradesizlik çıkmazı, bu ahlaki fesat çıkmazı/ bin cilveli bahçe/ bu yangınlar topluluğu/ bu gökler kapısını insana kapatan engel/ bu cehennem ateşinin ağzı, bu yalan çiçeklerinin sepeti, bu zehirli şirin iksir, bu insanları değersiz dünyaya bağlayan zincir/ya da tek bir kelimeyle kadın."

Görüldüğü gibi, bu görüş Heseideus'un, Zeus'un dilinden aktardığı görüşün aynısıdır. Binlerce kilometre mesafe ve yüzlerce yıllık fark olmasına rağmen, Hindu dini ile Yunan dininin bu kadar yakın görüşler sergilemeleri pek de şaşırtıcı olmasa gerek. İkisi de köleci toplumun oluşumu sürecinde ortaya çıkmışlar ve görüşlerin benzerlikleri bu kadarla da sınırlı değil. Yunan uygarlığında ve diğer yerlerde olduğu gibi Hindistan'da da, köleler hayvan muamelesi görmekteydi. Sanskrit dilinde hayvanlara dört ayaklı mülk anlamına gelen "chatush pada", kölelere de iki ayaklı mülk anlamına gelen "devipada" deniliyordu.

Manu kitabında, kadınların görevleri şöyle açıklanıyor: "Çocukları doğurmak ve onları eğitmek, ev işleriyle uğraşmak, bunlardır kadının görevleri. Kadınlar tek başına özgür olamazlar. Kadın küçük yaşta babasının sözünden çıkmamalıdır. Evlendikten sonra da kocasının sözünden. Dul kalırsa oğluna itaat etmelidir. Erkektir, ayağı kayabilir ve diğerine yüreğini kaptırabilir. Kadın gerekli anlayışı göstermelidir. Eğer kocasının herhangi bir özel yönü yoksa bile, onu kendi tanrısı gibi saymalıdır."

Hindu dininde de diğer dinlerde olduğu gibi, kadınları cinsel sömürüye tabi tutmak yaygın bir şekilde mevcuttu. Bayader denilen kızları, bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Çok uzak dönemlerden 20.yüzyılın ortalarına dek özel tapınaklarda Bayader denilen dansöz kızlar yetiştiriliyordu. Bu kızlar çocuk yaşlarda, yoksul ailelerinden satın alınıyor, tapınaklarda dans eğitimine tabi tutuluyorlardı. Bayaderlere öğretilen danslar, cinsel birleşmeyi simgeleyen hareketlerden oluşuyordu. Bayaderler ergenlik çağına yetiştiklerinde tapınağın dans ekibine dahil ediliyor, değişik günlerde seyircilerin önünde öğrendikleri dansları sergileyerek, tapınağın kasalarının dolmasını sağlıyorlardı. Bunun dışında, Bayaderlerin zengin erkeklere satılmasıyla da din adamlarının cepleri doluyordu.

Babil Uygarlığının Dini

Medeniyetin beşiklerinden sayılan Mezopotamya bölgesi, değişik dinlerin de beşiğiydi aynı zamanda. Babil devleti, bu bölge de ortaya çıkan devletlerin varisi olarak kabul edilmekte ve diğer Mezopotamya uygarlıklarıyla ilgili önemli bilgiler aktarmaktadır. Babilden günümüze ulaşan, dünyanın en eski ve en mükemmel levhalarından sayılan Hammurabi Kanunları, 280 maddeden oluşuyor. 2. ve 132. maddelerinde, Nehir tanrısının hakimliği anlamına gelen İlou Naru kuralına rastlıyoruz. İlah ve Allah sözcüğünün kökü olan İl, Tanrı anlamına geliyor. Yunancada su anlamına gelen nero sözcüğünün kökü olan Naru da nehir anlamına geliyordu. Töreye göre, kocaları tarafından zinayla suçlanan kadınlar ve büyücülükle suçlanan kişiler, suçsuz olduklarını ispatlamak için, din ve devlet adamlarının huzurunda, yüksekten bir nehire atlamak zorundaydılar. O dönemdeki inanışlara göre nehir tanrısı, suçluları boğarak cezalandırıyor, fakat suçsuzlara dokunmuyordu.

Cinsel sömürü, Babil'in ayırt edilmez bir parçasıydı. Sokaklarda, bahçelerde ve resmi genelevlerde hayat kadınları müşteri arıyor, belirli miktarlarda paraya karşılık kendilerini erkeklere satıyorlardı. Köleci devlet de fahişe kadınlardan elde ettiği vergilerle, ordu ve diğer araçlarının giderlerini karşılıyordu. Dini tapınaklarda da kutsal fahişelik değişik biçimde yaygındı. Bu tapınakların başında aşk tanrıçası İshtar'ın tapınağı yer alıyordu. Yılın belirli günlerinde, örneğin hasat toplama ve toprağın verimliliğinin kutlandığı günlerde, çok sayıda kadın, ait oldukları sınıflara bakmaksızın, güzel elbiselerini giyerek bu tapınağa gidiyor ve kendilerini erkeklere sunuyorlardı. Bunun dışında, Enati denilen kutsal fahişeler de bulunuyordu. Herodot'un yazılarına göre, adak bedeli olarak tapınaklara hediye edilen Enatiler, Babil'in 90 metrelik kulesinde erkeklerle sevişiyorlardı. Söylememize gerek yoktur ki, bu erkekler tapınakların maddi destekçileri ve onların koruyucusu olan aristokrat kesimlerdi. Babil'de Sukünevi anlamına gelen, Bitashatamni denilen binalarda bulunuyorlardı. Bitashatamniler, en güzel fahişelerin çalıştırıldığı resmi konukevlerdi. Buralarda tutulan kadınlar, şehrin önde gelen erkeklerine ve önemli misafirlere sunulan cinsel köle durumundaydılar.

Kutsal fahişeliğin yanı sıra, Babil'de kutsal bakirelik diye anılan başka bir dinsel töre de bulunuyordu. Kutsal bakire kızlara Naditum deniliyordu. İlk dönemlerde Babil dilinde Naditum kadın anlamına geliyordu. Fakat bu törenin yaygınlaşmasıyla birlikte kutsal bakire kızlar denilmeye başlandı. Dini törenlere göre, ender rastlanan istisnalar hariç, Naditumlar, ömür boyu bakire kalmak zorundaydılar ve kuralları ihlal edenlerin cezası ölümdü. İstisna olarak evlenme hakkı bulunanlar da, çocuk sahibi olamıyorlardı. Naditumlar, Gagu denilen evlerde yaşıyor ve toplumdan uzak durmakta ve inzivaya çekilmek zorundaydılar. Gagu, eski Sümer dilinde hisarlı ev anlamına geliyordu. Gagu'larda tutulan Naditum'lar iki gruba ayrılıyorlardı. Birinci gruptakiler, ailelerinin bir adak bedeli olarak Naditumluğa gönderilen kızlardı.İkinci gruptakiler de zengin ailelerin, din ve tapınak himayesine girerek vergi dışında kalmak isteyenlerin, Naditumluğa gönderdikleri kızlardı. Adak bedeli ve dini sigorta karşılığı olarak Naditumlaşan kızlar, özel durumlarda kısa süreli izinler hariç, Gagu'larda yaşamak zorundaydılar ve hayatları din adamlarına ve ziyaretçilere hizmet ve tanrılara ibadetle geçiyordu.

Eski Çin Dini

Medeniyetin beşiklerinden sayılan Çin, zengin topraklar ve büyük ırmakların bulunduğu bir ülkedir.

Eski çağın ünlü bir filozofu olan Konfiçyüs, birçok deyim ve ahlaki vaazlarıyla tanınıyor. "Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma", "az konuş çok dinle" vb. gibi sözlerin isnat edildiği bu filozofun, aile ve toplumla ilgili buyrukları da bulunuyor. Konfiçyüs'e göre, "düzen için itaat gerekir, dolayısıyla hükümetler ve hükümdarlar için itaat, toplumu saadete yönlendirir", "aile bireyleri birbirlerini sevmeli, birbirlerine yardım etmeli ve aile reisi olan babaya itaat etmelidir. " Kısacası, Konfiçyüs'ün felsefesi, toplum ve aile içerisinde erki elinde bulunduranlara itaati içeriyor. Dinin, yaygın felsefeyle kardeşlik biçiminde “akrabalığı“ bulunduğundan, eski Çin dininin de, en azından Konfiçyüs’ün savunduğu gibi kadının ikinci sınıf bir yaratık olduğu anlayışında olması doğaldır.

Çin'in eski dini, Tau idi. Tau dininin öğretileri, ilerleyen dönemlerde Çin'de ortaya çıkan dinleri derinden etkilemiştir. Tau dininde iki önemli unsur tanımlanıyor. Bu unsurlar; Yang ve Yin'dir. Tau dinine göre Yang etkileyici ve aktif, Yin de etkilenen ve pasif anlamına gelmektedir. Yang erkekliği, aydınlığı, güneşi, güneyi, kuruluğu, ışığı, dışı ve yazı simgeliyor. Yin de kadınlığı, karanlığı, ayı, kuzeyi, rutubeti, içi, soğuğu ve kışı simgeliyor. Bu dinin öğretilerine göre, kusursuz ve güçlü olan erkeklere amirlik, güçsüz ve eksik olan kadınlara da itaatçılık yakıştırılıyor. Ailenin şefi, ailenin ışığı ve dayanağı erkektir.

Bazı Başka Dinler ve Gelenekleri

Emil Dorkheim'in "Les elementaires de la religieuse" (Dinlerin Unsurları) adlı yapıtında, 20.yüzyılın başlarında ilkel toplumlarda hâlâ geçerli olan kefaret töreninden söz ediliyor. En ilginç kefaret töreni, dul kadınların suskun kalma töresidir. Dorkheim, dul kalan kadınların, kocalarından önce ölmemelerinin kefareti olarak, konuşma grevine girmeleri gerektiğine şahit olmuştur. Bu grev, ömür boyu devam edebiliyor. Dorkheim, 35 yıl suskunluğunu bozmayan kadınlara rastladığını kitabında belirtmiştir.

Antil adalarında yaşayan yerli kadınlar, belki dünyanın en "kara talihli" kadınlarıydılar. Bu adalarda yaşayan yerliler, Vodu adında bir puta tapıyorlardı. Vodu'nun toprağını verimli kılmak isteyen yerliler, her yıl hasat bittiğinde, en genç ve güçlü kadınları kurban ederek, kanlarını toprağa akıtıyorlardı. Yine, değişik törenlerde Vodu'nun rızasını elde etmek için, en açık renkli cilde sahip olan ergenlik çağındaki yetişkin kızları kurban kesiyorlardı. Bu töreler, Antil adalarının İspanyollarca işgal edildikten sonra, beyaz keçi kurban törenine dönüştürüldü.

Dünyanın birçok yerinde, özellikle Mezopotamya ve Mısır'da bulunan mezarlarda, bir zamanlar dul kadınların diri diri, kocalarının ölüleriyle birlikte gömüldüğünü görüyoruz. İslam'dan önce, Arap yarımadasında kız çocuklarının birçoğu diri diri gömülüyorlardı. Hindular, kocalarını aldatan ve ilk gece bakire olmadığı anlaşılan kızları, vahşi hayvanlara yem ediyorlardı. Avustralya adalarında yaşayan yerliler, benzeri durumda olan kadınları diri diri gömüyorlardı. Sudan ve Somali'deki müslüman kabileler başta olmak üzere, dünyanın birçok geri kalmış bölgesinde kadınları "şeytani güdülerden" uzaklaştırmak amacıyla sünnet ederek cinsel hazlardan yoksun bırakma töresi henüz devam etmektedir. BM verileri, günümüzde 20 milyonu aşkın sünnet edilmiş kadın ve kız bulunduğunu göstermektedir. Payua adalarında yaşayan yerliler cinsel sömürüyü topluca ve dinsel bir töre olarak uyguluyorlardı. Töreye göre, ergenlik yaşına basan kız çocukları sırasıyla kabile şefi, kabile büyücüsü, yaşlı ve genç erkeklerin tecavüzüne maruz bırakılarak, ergenlik kutlaması yapılıyordu.

Zerdüşt dininin kutsal kitabı, Avesta'nın öğretilerine göre, toplum değer bakımından değişik kategorilere ayrılmaktadır. En tepeye yerleşenler sırasıyla; din adamları, soylular ve savaşçılar, çiftçiler, zanaatçılardı. Sonra diğer kesimler geliyordu. Bu dinin öğretilerine göre, dini yönetim, idari yönetim ve savaş yönetimi erkeklere özgüdür. Bu yönetim hakkını, egemen sınıflara mensup erkekler ellerinde bulunduruyorlardı. Zerdüştlüğe göre her ailede ateşin yetkilisi, dini törelerin yöneticisi ve aile şefliği, o ailenin er keğine özgüdür.

İran tarihinde Mezdek ve onun öğretilerine rastlıyoruz. Mezdek dini ve onun kolu olan Hürremiye dini, Sasani Kubad döneminden itibaren 6 asır boyunca, İranlı yoksullar ve çiftçilerin hareketlerine damgasını vurmuştur. Medzek dininin öğretileri, kendisine atfedilen şu kısa cümlede özetleniyor: "Altın ve kadın başta olmak üzere her şey eşitçe paylaşılmalıdır." Mezdek dini ve onun devamı olan Hürremiye dini, din olmaktan daha çok yoksulların dünya görüşü olmasına rağmen, yine de ataerkil kültürden kurtulmamıştır. Mezdek dini formunda yer alan kadınların eşitçe bölüşümü, soylular ve zengin erkeklerin çok sayıda güzel ve genç kadın la evlenmelerine karşı olsa da, kadını mülk gören bir dünya görüşüdür.

Yahudilik

Yahudilik, Filistin bölgesi ve Suriye’de yaşayan ve henüz kabile yaşantısı sürdürmekte olan topluluklar içerisinde oluşmaya başladı ve köleciliğin oluşum sürecinde olduğu dönemde nihai şeklini buldu. Bu süreç, Mezopotamya ve Mısır devletlerinin en güçlü dönemine denk düştüğünden Yahudilik daha baştan yenik doğmuştu. Eski Ahit'in çarpıtılmış anlatımlarından da anlaşılacağı gibi, bu kavim, hükümranlığını kuracak bir ülke için yanıp tutuşuyordu. Yenilgi dönemlerinde umutlarını henüz tamamen kaybetmeyen kavimler gibi Yahudiler de, kendilerini teselli eden ve motivasyon sağlayan kahramanlıklar ve zaferlerle dolu bir tarih uydurmuşlardır. Birliklerini de koruyan bu dini efsanevi tarihin tepesinde oturan tanrı, nihai zafer, vaat edilen ülke ve diğer kavimlere egemenlik müjdesi veriyordu. Yahudiliğin, henüz köleci toplumun oluşum sürecinin yaşandığı dönemde oluştuğu dini hükümlerinden de anlaşılmaktadır. Davut ve Süleyman'ın hükümranlığını yaptıkları güçlü devlet efsanelerine göre Yahudiliğin ceza kanunları; medeniyet aşamasına henüz varmayan, ilkel kabileler ve ataerkil hukuka göre düzenlenmiştir. Tevrat'ta defalarca işlenen dini emirlere göre, (örneğin Çıkış bölümü, 21. kıta) dişe karşı diş, göze karşı göz, yani, başka bir anlatımla kısas uygulaması, bu dinin ceza hukukunun temellerini oluşturuyor. Bu değerlendirmeden sonra, kadınların bu dindeki konumunu anlatmak için ilk önce Hristiyanlık ve İslam dinine de kaynaklık eden Tevrat’taki yaratılış hikayesini inceliyoruz.

Yahudilere göre Tanrı, Adem'i yaratmaya karar verdiğinde, dört yakın meleğine yerin yedi katından yedi avuç toprak getirmelerini emretti. Fakat yer toprağı vermemekte direnir. Daha sonra Azrail zor kullanarak, gereken toprağı yerden aldı. Tanrı, önce yağmur yağdırarak toprağı yumuşattı, sonra da meleklere elde edilen hamuru elleriyle yoğurmalarını emretti. En son, kendi elleriyle onu şekillendirdi ve ona üfleyerek hayat verdi. Cennete yerleştirdiği Adem'in yalnızlıktan sıkıldığını görünce, ona bir eş yaratmaya karar verdi. Hikayenin devamına Tevrat'ın ilk üç bölümünden, özet olarak aktaralım.

"Ve tanrı çok ağır bir uykuyu Adem'e egemen kıldı. Uyuduğunda kaburgalarının birini alarak onun yerini et ile doldurdu. Tanrı Adem'den aldığı kaburga ile bir kadın yarattı ve onu Adem'in yanına getirdi. Ve Adem dedi, işte bu benim kemiklerimden bir kemik ve etimden bir et. Bu yüzden ona kadın deniliyor. Çünkü, erkekten alınmıştır." (Eski Ahit, 1. bölüm, 2. kıta, 31-33. ayetler)

Tanrı, Adem ve Havva'ya, elma ağacının yasak meyvasını yememek koşuluyla, Cennette yaşamak için her türlü hak tanınmıştı.

"Ve Tanrının çölde yarattığı tüm hayvanlardan daha akıllı olan yılan, kadına dedi: Acaba Tanrı, bahçenin tüm meyvalarından yemenizi mi söyledi? Kadın yılana dedi: Tüm meyvalardan yiyoruz, fakat bahçenin ortasında olan ağaçtan, tanrı yemememizi ve ona dokunmamamızı söylemiş. Çünkü pekala ölebiliriz. Yılan kadına söyledi: Kesinlikle ölmeyeceksiniz, gözleriniz açılacak ve tanrı gibi iyi ve kötüyü ayırt edebileceksiniz. Ve kadın o meyvanın yemek için uygun, güzel ve iştah açıcı olduğunu gördü. O meyvadan aldı ve yedi. Kocasına da verdi, o da yedi." (aynı bölüm, 3. kıta, 1-6. ayetler)

Adem ve Havva meyvadan yedikten sonra, çırılçıplak olduklarını anladılar ve incir yapraklarıyla kendilerini örttüler. Tanrının bahçeye geldiklerini anladıktan sonra da gizlendiler. Tanrı Adem'i çağırdığında Adem, gizlendiğini ve çıplak olduğunu söyledi.

"Tanrı dedi: Kim sizlere çıplak olduğunuzu söyledi? Acaba size yemenizi yasak ettiğim ağacın meyvasından mı yediniz? Adem söyledi: Bana yakın kıldığın bu kadın, ağacın meyvasından bana verdi, ben de yedim. " (aynı yer 11-12. ayetleri)

Bu olaydan sonra, Tanrı yılanı lanetliyor ve onu yeryüzüne sürülmeye mahkûm ediyor, ayrıca kadın ile yılan arasında ebedi bir düşmanlık koyuyor:

"Ve Tanrı kadına söyledi: Senin doğum acını çoğaltacağım. Acıyla çocuk doğuracaksın, umudun da kocan olacak, o da sana hükmedecek. Ve Adem'e dedi: Karının sözünü dinlediğin ve sana yasak ettiğim meyvadan yediğin için, yer senin yüzünden lanetlendi ve ömür boyu ondan zahmet ve acıyla yiyeceksin. Senin için diken de üreteceğim ve çölün yeşillerini yiyeceksin. Ve alınterin ile ekmek yiyeceksin. Ta ki, alındığın toprağa dönene dek. Çünkü, sen topraktansın ve toprağa döneceksin." (aynı yer 16. ve 19. ayetler)

Ardından Tanrı Adem ve Havva'ya elbise yaparak onları giydirdi ve ömür ağacından da yiyerek, ebedi hayata ulaşmasınlar di ye onları "Cennetten ihraç etti, ta alındığı yerde çalışsınlar diye."

Görüldüğü gibi, Tevrat kadının varlık ve yaratılış felsefesini, Adem'in yalnızlığı olarak ilan ediyor ve hikayenin devamında Havva'nın, Adem'in kemiğinden yaratılarak, en başından kadının eksik ve değersiz bir yaratık, erkeğin bir parçası olduğunu açıklı yor. Son olarak elma hikayesi ile Adem'in cennetten kovulmasının sorumluluğunu da kadına yüklüyor ve insanların tüm acılarının ve talihsizliklerinin sorumlusu olarak da kadın ilan ediliyor. Kadının daha baştan kötülük ve fesatın kaynağı olduğunu söylüyor ve erkeğe itaat etmesi gerektiğini emrediyor.

Tevrat'a göre kadın, peygamber kızı olsa da fesat kaynağıdır:

"Ve büyük kız küçük kıza dedi: Babamız yaşlanmış ve bizimle birlikte olacak bir erkek olmadığı için gel de babamıza şarap içirerek onunla birlikte olalım. Ta ki, babamızdan bir soy saklayalım. O gece babalarına şarap içirdiler ve büyük kız babasıyla (Lut "Peygamberle" b.n) birlikte oldu. Ve babası kızının yatıp kalktığını anlamadı. Ertesi gün büyük kız küçük kıza dedi: bu gece de ona şarap içirelim, sen de gel onunla birlikte ol, ta ki babamızdan bir soy saklayalım. O gecede babalarına şarap içirdiler ve küçük kız onunla birlikte oldu. Ve babası kızının yatıp kalktığından haberi bile olmadı." (Eski Ahit 1.Bölüm-19 kıta 31.- 35. ayetler. Eski Ahit'in ilk beş bölümü, Musa'ya ait olduğu sanılan Tevrat kitabıdır.)

Tevrat'a göre kadın, erkeğin sıradan mülkü ve sahip olduğu hayvanıyla aynı konumdadır: "Komşunun evine göz koyma, komşunun karısına, kölesine, ineğine, öküzüne ve ona ait olan hiçbir şeye göz koyma. " (Eski Ahit 2. Bölüm, 20. kıta-17.ayet ve Eski Ahit 5. Bölüm 5. kıta 21.ayet)

Kadını, erkeğin sıradan mülkü sayan Tevrat, boşanma yetkisini de tamamen erkeğe bırakıyor. Öylesine ki, eski ayakkabısını değiştirip atar gibi, karısını da dışarıya atabileceğini söylüyor. Boşanmış ya da dışarıya atılmış kadınlarla da evlenmemek gerektiğini söylüyor: "Ve eğer birisi, bir kadını kanına geçirir ve fakat ondan hoşlanmazsa, onda yakışmayan bir şey bulursa, boşanma mektubunu eline versin ve onu evinden dışarıya atsın." (Eski Ahit, 5.Bölüm 24. kıta 1. ayet) Daha önce başkasının "mülkiyetine" geçmiş kadınlarla evlenmek Tevrat'a göre yasaktır. "Ve dul, boşanmış, iffetsiz ve zina işlemiş kadınlarla evlenmeyin. Sadece kendi kaviminizden bir bakire kızla evlenin. " (3. bölüm 21. kıta 14-16. ayetler) “Zina işlemiş ve iffetsiz kadınlarla nikahlanmayın ve kocasından boşanmış bir kadınla evlenmeyin. " (3. bölüm 21. kıta 7.ayet)

Bakire olarak kocasının evine gitmeyi başaramayan kızlar ise öldürülmelidirler. "Ama, bu söz doğruysa eğer o kızın bakirelik alameti bulunmazsa eğer, o zaman kızı babasının evinin önüne çıkarıp, şehir ahalisi onu ölene kadar taşlar. Çünkü babasının evinde zina işlemiş ve İsrail'de pislik yapmıştır, böylece kötülüğü kendilerinden uzaklaştırırlar." (5.bölüm, 22.kıta, 20-21 ayetler)

Tevrat, mülkiyet ilişkilerini esas aldığı ve kutsadığı için kadın erkeğin mirasını paylaşmak için çocuk doğuran bir araçtan ibarettir: "Erkek kardeşler bir yerde yaşıyorlarsa ve onlardan biri evlatsız ölürse, o zaman onun karısı başkasına verilmez. Belki kardeşlerden birisi onunla birlikte olup onu nikah ederek kayınlık vazifesini yerine getirir ve ilk çocuğu kardeşinin varisi olur, onun adını İsrail içinde sürdürsün ve yok olmasın diye. " (5.bölüm, 25.kıta, 5- 6 ayetler)

Tevrat tümüyle erkeği muhatap alıp ona sesleniyor: "Sizler tanrınız Yahve'nin oğullarısınız, bu yüzden ölenleriniz için kendinizi yaralamayın ve kaşlarınızın arasını tıraş etmeyin." (5.bölüm 14.kıta, l.ayet) "Ama uzak dur ve kendine çok dikkat et, gözlerinle gördüğün bu şeyleri unutmayasın ve bunlar hiçbir zaman yüreğinizden silinmesin. Belki onları, oğullarına ve oğullarının oğullarına da öğret." (5.bölüm, 4.kıta, 8- 9. ayetler)

Yahudi peygamberlerin kutsal kitaplarında yer aldığı yaşam hikayeleri, onların kadınlara cinsel köleler ve çocuk doğuran makineler olarak baktıklarını açığa çıkarıyor.

Özel mülkiyeti kutsayan Yahudi kaynakları, kadını kötülük, eksiklik ve talihsizlik kaynağı olarak sunuyor ve erkeğin mülkü olarak takdim ediyor. Fakat bu konuyu kapatmadan önce bazı başka örnekler de aktararak, Yahudiliğin olağanüstü kadın düşmanlığını, gericiliğini ve ilkelliğini göstermemiz gerekiyor:

"Ve eğer kadının akıntısı varsa ve vücudundaki akıntı kan ise, 7 gün kan adetinde kalır, onunla temas eden herkes de akşama dek kirli kalır ve kadın neyin üstünde uyursa kirlenir ve neye oturursa kirlenir. " (3.bölüm, 15. kıta, 19-21. ayetler) "Bir erkek karısının onu aldattığından kuşkulanıyorsa eğer onu kahine götürür. Kahin kadını kocasına sadık kalıp kalmadığı üzerine yemin ettirir. Sonra ona lanet yemini ettirir ve şunu söyler: “Yalan söylüyorsan eğer, Tanrı seni bacaklarından etsin ve karnını acı ve iltihapla doldursun. ” Bunları yazarak hazırladığı acı suda karıştırır ve kadına içirir. Kadının karnı acıyla dolarsa ve şişerse kocasını aldattığı açığa çıkar, aksi takdirde suçsuzdur." (Özet olarak, Eski Ahit, 4.bölüm, 11-31.ayetler)

Hristiyanlık

Hristiyanlık, dünyanın en yaygın olan dinlerindendir. Hristiyanlığın kurucusu olduğu savunulan İsa Mesih, tamamen efsanevi bir şahıstır ve kilisenin anlatımı dışında, Roma İmparatorluğu, Suriye, Filistin ve Kudüs'ün tarihinde ona rastlamak mümkün değildir.

Hristiyanlık, ilk dönemlerde birkaç ahlaki vaazdan öteye geçmiyordu. Fakat, 5 asır boyunca mücadele ettiği Mithra dini, Mazda dini, eski Roma dini ve Zerdüştlükten ödünçler alarak gelişti ve eski Yunan felsefesinden de motifler alarak gelişkin bir dine dönüştü. Başlangıçta, Roma İmparatorluğu'nun baskısına maruz kalan Hristiyanlık, bu süreçte köleciliği ve toplumsal eşitsizlikleri meşru gördüğü ve suskunluğu tavsiye ettiği için, Roma İmparatorluğu'nun resmi dinine dönüşmeyi başardı. Roma İmparatorluğu'nun desteğiyle de hızlı bir şekilde yayıldı.

Mithra dininde, günümüz İran'ında kutlanmasına devam edilen Yelda Gecesi’nin özel bir yeri var. Yelda Gecesi, yılın en uzun gecesinin ertesinde, günlerin yeniden uzayacağını ve ışığın yeniden karanlığa galip geleceğini müjdeleyen geceydi. Dolayısıyla Yelda Gecesi Mithra dininde kutsal bir gece sayılıyordu. Yelda Gecesi’nin kutlanılması İsa'nın doğum günü kutlama ayini olarak Hristiyanlığa girdi. İlk yüzyıllarda Ortadoğu'da Yelda Gecesi’nde kutlanan İsa'nın doğum günü, günümüzde de birkaç gecelik farkla kutlanmaya devam ediliyor.

Hristiyanlığın en önemli simgesi olan haçda Ortadoğu'dan alınmıştır. Eski İran ve Anadolu kavimlerinde, ölen atalarına tapınmak, bu bölgelerdeki dinlerin önemli törenlerindendi. Atalarını simgeleyen, ellerini koruyucu gibi yanlara açan basit insan resmi ve gerdanlıklar, haçın ilk şekliydi. Bu şekil gitgide, daha da basitleşti ve haç şekline dönüştü. Haç bu bölgelerde, aynı zamanda bereketi ve talihi de simgeliyordu. Hititler, Mitaniler ve Urartulardan kalan heykel ve boyalı çömleklerde, haç işaretine rastlamak mümkündür. İlerleyen dönemlerde haç, bu bölgelerde saygınlık ve kutsallığını muhafaza ederek sürdürdü. Öylesine ki, Akamenid (Pers) ve Sasani İmparatorlukları döneminden günümüze kadar yetişen sikkelerdeki haç gerdanlıkları, haçın Arya ırkının simgesi olduğu düşüncesine de yol açtı.

Hristiyanlar din adamlarını Peter, Piter ve Patrıyark diye anıyorlar. Bu sözcük Mithra dininden alınmıştır. Mithra dinine girenler yedi kategoride değerlendiriliyor: En üsttekilere ulu ve baba anlamına gelen Pater diyorlardı.

Hristiyanlıkta şeker, şarap ve ekmek gibi cansız kurbanların sunulması Zerdüşt dininden, kilise ve dini törenlerde mum yakmak eski Yunan dininden esinlenerek alınmıştır.

Hristiyanlık da diğer dinler gibi, önceki dinlerin bir devamıdır. Elbette ki diğer dinler gibi ,toplumsal koşullara göre ve egemen sınıfların hizmetinde şekillenmiştir. İncillerde ve Hristiyanların kutsal kitapları olan Yeni Ahit’in diğer bölümlerinde de yer alan çoğu deyimler bu söylediğimizi fazlasıyla ispatlıyor:

"Ne mutlu siz yoksullara, tanrının saltanatı sizin olacak, ne mutlu size ki, şimdi açsınız, siz doyacaksınız. Ne mutlu size ki, şimdi ağlıyorsunuz, siz güleceksiniz." (Luka İncili, 6.bölüm, 20 - 21. ayetler)

"Vay sizin halinize ey zenginler, sizler mutluluk döneminizi geride bırakmışsınız. Vay sizin halinize ki, şimdi toksunuz, açlık çekeceksiniz. Vay sizin halinize ki, gülüyorsunuz, siz ağlayacaksınız. " (aynı yerde, 24-25. ayetler)

Ve, "yüzünüze biri tokat atarsa, diğer tarafını çevirin." (Luka İncili, 6.bölüm, 29.ayet, yine Meta İncili, 5.bölüm, 39.ayet)

Hristiyanlık sınıfsal baskı, zulüm ve toplumsal eşitsizlikleri çıplak bir şekilde savunmaktan çekinmiyor, dolayısıyla Hristiyanlık tarihi, köle sahipleri, feodalleri ve sömürüyü meşrulaştırmanın örnekleriyle doludur. Hristiyanlığın gelmiş geçmiş en büyük din adamlarından bir olan Augustinus'un "De Civitate Dei" adlı yapıtı köleliği şöyle açıklıyor:

"Günahların kefareti olarak, tanrı köleliği yarattı, dolayısıyla köleliği ortadan kaldırma isteği, tanrının iradesine karşı gelmektir. "

Augustinus Hristiyanlığın yöneticisi ve propagandacısı olarak pek de yanlış bir şey söylememiş, çünkü Hristiyanlığın kut - sal kitapları da aynı savları öne sürüyorlar:

"Ne mutlu o köleye ki, efendisi döndüğünde onu görevi başında görsün. " (Luka İncili, 12.bölüm, 43. ayet ve Meta İncili 24. bölüm, 46. ayet) "Ama efendisinin iradesini bilen ve kendini o iradenin yerine getirmesi için hazırlamayan köle, çok kırbaçlanacaktır." (Luka İncili, 12. bölüm, 47. ayet) "Kölelere söyle tüm işlerde, efendilerine itaat etsinler ve hiç tartışmadan onları razı etsinler." (Yeni Ahit, 17. bölüm, 2. kıta, 9. ayet)

Hristiyanlık, toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda doğrudan doğruya devleti ve yöneticileri sa vunmaya kalkıyor:

"Bize söyle, senin görüşün nedir? Sezara (imparatora) vergi vermek doğru mudur, değil midir?...Isa onları yanıtladı, tanrınınkini tanrıya ve Sezarınkini Sezara verin." (Luka İncili, 20. bölüm, Markus İncili, 12. bölüm ve Meta İncili, 22. bölüm)

"Hepinizin yöneticilere itaat etmeniz gerekiyor. Çünkü tanrının izni olmaksızın hiçbir güç olamaz ve fiili yöneticileri de tanrı atamıştır. Bu yüzden onlarla muhalefet eden herkes, tanrının iradesine karşı çıkıyor ve kendisini mahkûm ediyor. " (Yeni Ahit, 6. bölüm, 13.kıta, 1- 2. ayetler)

Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi, Hristiyanlık eşitsizlik, sömürü ve zulmü ilahileştirdiği ve teslimiyeti bayraklaştırdığı için Roma İmparatorluğu'nun resmi dini haline geldi. Roma İmparatorluğu, varlığını işgallerde, talanlarda ve soykırımlarda bulan dünya tarihinin en zorba köleci devletlerindendi. Romalı kadın, Mezopotamya, Mısır ve Pers uygarlıkları döneminde yaşayan kadınlardan daha geri bir durumdaydı. Romalı gelinler, nikah sırasında, saçlarına bir küçük ok takarlardı. Bu ok gelinin, damat tarafından bir av gibi avlandığını ve damadın mülkiyetine geçtiğini simgeliyordu. Romalı kadın, kocasının evi ve kölesi gibi onun mülkü sayılıyordu. Günümüzde değişik lehçelerde ve dillerde aile anlamına gelen “Family” sözcüğü, kökleri Roma İmparatorluğu döneminde erkeğin sahip olduğu canlı mülkler anlamına geldiği "Familya" sözcüğünden gelmedir. Kadının da dahil olduğu erkeğin canlı mülkleri, çocukları ve kölelerini de kapsıyordu. Roma döneminde köylü kölelere "Familia Rusticana" ve şehirli kölelere "Familia Urbana" deniliyordu. Erkeğin, karısını öldürecek kadar hakkı bulunduğu Roma toplumunda, resmi din olarak ilan edilen Hristiyanlığı anlatmadan da olağanüstü kadın düşmanı olduğu sonucunu çıkarmamız mümkün olmasına rağmen, bazı önemli ayrıntılara kısaca da olsa değinmemiz gerekiyor.

Hristiyanlık, kadının eksik olduğunu öne sürerek kocasına itaat etmesini emrediyor:

"Ey kadınlar, kocalarınızın itaatçısı olun, zira bu sizin Hristiyanlık görevinizdir." (Yeni Ahit, 12. bölüm, 3. kıta, 18. ayet) "Ey kadınlar tanrıya itaat ettiğiniz gibi kocalarınıza da itaat edin. Çünkü Isa nasıl kilisenin kafası ve onun kurtarıcıysa, erkekte karısının kafasıdır ve kilise nasıl Isa 'ya itaat ediyorsa, kadınlar da her konuda kocalarına itaat etmelidir." (Yeni Ahit, 10. bölüm, 5. kıta, 22-24. ayetler) "Kadınlar, kilisede suskun kalmalılar, çünkü konuşma izinleri bulunmuyor. Belki Tevrat'ın söylediği gibi kadınlar itaat etmelidir. Bazı konularda bilgi edinmek istiyorsa eğer, evde kocalarına sormaları gerek, çünkü kadınların toplantılarda, konuşmaları utanç vericidir." (Yeni Ahit, 7. kıta, 34-35. ayetler)

Hristiyanlığın evlilik konusuna yaklaşımı da ikiyüzlüce bir yaklaşımdır. Bir taraftan İsa'nın evlenmediği ve Tevrat’taki yaratılış hikayesinden kadının fesat kaynağı olduğu sonucuyla evlenmeyi kötülüyor, diğer yandan özel mülkiyet ve egemen sınıfların toplumda hükümran olduğu için kadını, erkeğin mülkü olarak sunuyor, evlenmeyi kutsarken, boşanmayı da kötülüyor. Kilise ve Hristiyanlığın en büyük örneklerinden olan Saint Paul'ün şu meşhur deyimi, Hristiyanlığın ikiyüzlülüğünü gösteriyor.

"Isa'nın bir kadına ihtiyaç duymadığı gibi, Hristiyan din adamları da bir kadının kocası olması gibi bir ayıba bulaşmamaklar. "

İncil de bu konuyu başka bir şekilde onaylıyor:

"Bu dünyanın erkek ve kadınları evlenirler, fakat öteki dünyaya ve ölülerin dirilişine yakışanlar evlenmezler." (Luka İncili, 20 kıta, 34-35. ayetler)

İsa'ya atfedilen bu sözler günümüze dek yüzbinleri, belki de milyonları bulan kızların kiliselere hediye edilmelerinin ve toplumdan uzak, keşişlerin emirleri altında yaşamalarının yolunu açmıştır. Babil dininden hatırladığımız kutsal bakirelerin ben zeri sayılan bu kızlarla ilgili, Hristiyanların kutsal kitabında daha açık emirlere rastlamak mümkündür:

"Ama bir baba başkalarının baskısı olmadan kendi istek ve iradesiyle kızının bakire kalmasına karar vermişse eğer, çok hayırlı bir iş yapıyor." (Yeni Ahit, 7. bölüm, 7. kıta, 37. ayet)

Tarihten edindiğimiz kadarıyla, bakire kalmalarıyla ilgili kendilerine sorulmayan bu kızlar, değişik cinsel sömürülere maruz kalmışlar ve bazen de cinsel sapmalar göstermişlerdir. Keşişlerin bu rahibe kadınları cinsel sömürüye tabi tuttuklarına, kiliselerin ve diğer dini tapınakların bahçelerinde ve taşlarının altında bulunan çok sayıda diri diri gömülerek öldürülen bebek iskeletleri şahitlik yapıyor. Din adamları ve kadınlarının uzak duramadıkları cinsel yaşamın men edilmesi, insanların doğasına ters düştüğü için olanaksızdı ve bu olay egemen sınıflar ve egemen cinsin çıkarlarına ters düştüğünden, Hristiyanlık tüm kötülemelerine rağmen, evliliği kutsuyor ve ailenin kut sal bir varlık olduğunu öne sürüyor. Ama yine de kadınların mülk olduğunu ilan etmeyi de unutmuyor:

"Kocası yaşıyor olduğu sürece, kadın ona aittir, fakat kocası öldüğünde hür kalır ve istediği kişiyle evlenebilir. O kişinin Hristiyan olması koşuluyla. " (Yeni Ahit, 7. bölüm, 7. kıta, 37. ayet) "Evli olanlara bir emrim var ki, benim emrim değil de tanrının emridir. Evli bir kadın kocasını terk etmemelidir, fakat böyle yapmışsa eğer ya yalnız kalmalı ya da kocasıyla barışmalıdır. Koca da karısını boşamamalıdır." (Yeni Ahit, 7. bölüm, 7. kıta, 10 -11. ayetler)

Bir taraftan evliliği kötülerken, bir taraftan da kutsayan Hıristiyanlık, Yahudilik gibi boşanmayı onaylayarak, daha da karmaşık ve çelişkili bir tavır sergileyemezdi. Dolayısıyla kutsal olan evliliğin bozulmasını suç saymaya yöneldi: "Ben size söylüyorum, karısını zina hariç herhangi bir nedenle boşayan ve başka bir kadınla evlenen, zina işlemektedir." (Meta İncili, 19. bölüm, 9. ayet) "Karısını boşayarak başka bir kadınla evlenen kişi, karısına karşı zina işlemiştir. Kocasını terk ederek başka bir erkek ile evlenen kadın da, kocasına karşı zina işlemiştir." (Markus İncili, 10. bölüm, 11-12. Ayetler ve Luka İncili, 16. bölüm, 18. ayet)

Hristiyanlığın tarihi, fesatla ve kadınların cinsel sömürüye tabi tutulma olaylarıyla doludur. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini hüviyetine bürünmesinden sonra, devletin fuhuşu kollama politikaları devam etti. Fahişelerden elde edilen vergiler ordu ve kilisenin en büyük kaynaklarından sayılıyordu. Haçlı savaşları döneminde, hem savaşa giden kutsal savaşçılar, hem de geride kalan yetkili erkekler, kadınları ve özellikle alt sınıflara mensup kadınları alçakça her türlü sömürüye tabi tutuyorlardı. O dönemlerde tüm Avrupa’da dansöz, şarkıcı ve palyaço kadın sürüleri serpilmişlerdi. Kilise ve ordunun kontrolünde olan bu kadınlar ot taşıma, bataklıkların kurutulması ve yol yapımından, kanal kazmaya dek çeşitli işlerde ücretsiz olarak çalışmanın yanı sıra, efendilerinin ev işlerini de yapıyor, efendileri emrettiğinde kendilerini onlara sunmak zorunda kalıyorlardı. Emirlere itaat etmeyen ya da kendisini başka bir erkeğe teslim eden kadınların cezası ölümdü. August Bebel, kilise ve Hristiyanlığın fe sat dolu tarihinin bir bölümünü "Kadın ve Sosyalizm" adlı kitabında şöyle özetliyor:

"Roma İmparatorluğu ’nun devrilişinden sonra Hristiyanlık ahlaki fesatı tüm Avrupaya miras bıraktı ve papazlar bu fesadın aracı oldular. Lüks ve tembel yaşantıları cinsel isteklerini kat kat artıran papazlar, doymak bilmeyen bu isteklerini yaygın kurallar ve ahlak dışı yollardan gideriyorlardı. Bu yaygın ahlaki fesadın önderliğini de büyük kiliseler yapıyorlardı. Cinsel cinayetler, özellikle çocuk düşürme bu kiliselerde çok yaygındı. Hatta bir dönemde köylüler zamparalık yapan keşişlerin korkusundan, metresi bulunmayan keşişlere kendi köylerine giriş izni vermemeye karar verdiler. Köylülerin bu kararı, genelleştiğinden, Başkardinal "Konstantin " köylülere metres vergisi denilen vergiyi koydu."

Hristiyanlık insanı erkekle özdeş olarak ve kadınları da ikinci sınıf yaratıklar olarak değerlendirir, hatta bu dinin tanrıları da erkektir. Bilindiği gibi Hristiyanlığın tanrıları Baba, oğul ve Ruh ul Kudüs olarak adlandırılıyor.

Diğer nokta ise evlilikle ilgili İncil kitaplarında değişik görüşlerin bildirilmesi sonucu, Hristiyanlığın değişik kollarında farklı uygulamaların ortaya çıkmasıdır. Örneğin, Katolikler boşanmayı günah sayıyor ve Mormonlar erkeklere çok evliliği uygun görüyorlar.

Mormonlara göre bir erkek, bir kadınla yetinmezse diğer kadın veya kadınlarla evlenebilir. Mormon kolu 1831 yılında Jousef Smith tarafından kuruldu. Smith'in sekter papazların yönlendirilmesiyle linç edilmesinin ardından, arkadaşı, Young tarafından geliştirildi. Mormonlara göre İncil "evlenin ve çoğalın" diye emrettiği için, erkeklere çok eşlilik hakkını da tanımıştır. Jousef Smith, öldüğünde 50 kadınla evli bulunuyordu. Günümüzde ABD ve Avrupa’da 700 binin üzerinde Mormonun bulunduğu tahmin ediliyor.

İslam Dini

Değişik dinleri gözden geçirdiğimizde, Yahudilik, Hristiyanlık dahil tüm dinlerin, kadını kötülük, bela ve fitne kaynağı olarak tanımladıklarına şahit olduk. Bu dinlerde kadına erkeğin kölesi olarak yaklaşıldığını ve itaat etmek zorunluluğu getirdiğini gördük. Ele alacağımız son din İslam dinidir ve Türkiye'de cereyan eden toplumsal, kültürel, siyasal ve hatta ekonomik oluşumlarda bu dinin önemli ve duruma göre bazen belirleyici bir faktör olduğunu gördüğümüze göre incelenmesi çok daha fazla önem taşıyor. Yüzeysel olarak baktığımızda, İslamın eşitlikten yana olduğunu görüyoruz. Gerçekte ise bir eşitlik yok. Sözde eşitlik sadece tanrıya itaat etmek için geçerli ve maddi dünya yaşamıyla bir ilgisinin olmadığı açık.

İslam eşitsiz düzeni savunan bir dindir. Bu dinin farzlarının gözden geçirilmesi bu gerçeği açığa çıkarmaya yetiyor. İs lamın ana kaynağı sayılan Kur'an' da yer alan çoğu ayetlerde servet eşitsizliği savunulmuş, dahası 43. surenin 32. ayetinde oluğu gibi (13. surenin 26. ayeti, 16. surenin 71. ayeti, 17. surenin 21. ayeti, 17. surenin 30. ayeti, 29. surenin 62. ayeti, 30. surenin 37. ayeti, 53. surenin 48. ayeti ve birçok ayette) Kur'an’da, her fırsatta, servet eşitsizliği kaynağının tanrının isteği olduğunun, tanrının isteği üzerine rızık dağılımının yapıldığının ve bu eşitsizliklerin meşru olduğunun altı çizilmiştir.

Kur'an açısından ekonomik ve sosyal eşitsizlikler doğal ve meşru olmaktadır. İnsanlar bu dünyada değil de tanrı mahkemelerinde eşit sayılacak, iman bakımından en iyiler en çok mükafat ve en kötüler de en çok cezaya tabi tutulacaklardır. Sınıfa dayalı düzenin ortaya çıkışından beri, dinler hep eşitsizlikleri savunan bir araç olarak sömürücü sınıflar tarafından kullanılmış ve hep eşitsizliklerin kaynağı ve nedeni olan özel mülkiyeti kutsamışlardır. 3. surenin 26. ayetinde, Kur'an özel mülkiyetle ilgili tanrısal görüşünü şöyle açıklıyor: "De ki: Allah'ın mülkün sahibi sensin, dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Muhakkak ki, sen her şeye gücü yetensin."

Kur'an'ın bu eşitsizlikleri savunduğuna baktığımızda, kolayca kadın-erkek eşitsizliğini savunacağı sonucunu çıkarabiliriz.

Kur'an sadece erkeklere hitap ediyor. Bununla da yetinmiyor, kadının yaratılış nedenini, erkeğin birleşme si ve çoğalması olarak açıklıyor:

"Sizin aslınızı topraktan yaratmış olması, onun kudretine delalet eden alametlerdendir. Sonra da siz yayılan bir insan oldunuz. Yine size kaynaşmanız için eşler yaratmış olması aranızda bir sevgi ve merhamet yapması da onun alametlerindendir. Şüphesiz ki, bunda düşünecek bir kavim için alametler var." (30. sure, 20 -21. ayetler)

Kur'an kadını küçük düşürmek için, Adem'in bir parçasından Havva'nın yaratıldığını öne sürüyor:

"Ey insanlar, sizleri bir tek candan (Adem'den -b.n.) yaratan ve o candan da eşini (Havva'yı-b.n.) yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten, Allah'ınızdan korkun.." (4. surenin 1. ayeti, 39. surenin 6. ayeti de benzer şeyleri savunuyor.)

Kur'an'da açık bir şekilde erkeklere 4. surenin 3. ayetinde olduğu gibi çok karılık hakkını da tanımaktadır. Bazı islami ya - zarlar bu olayı, islam dininin uzak görüşlü olmasına(!) ve kimsesiz kadınları düşünmesine bağlıyorlar. Onlar bunun, sürekli olarak meydana gelen savaşlardan dolayı ortaya çıkan kadın nüfusu fazlalığını ve sebep olduğu fuhuşu önlemek için tanrı tarafından ilan edildiğini açıklamışlardır. Bu görüşün tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını ele almadan önce, başka bir gerçeği de hatırlatma lıyız. Hangi nedenden dolayı olursa olsun meşrulaşması gerçekleşen çok karılık, aslında zengin müslüman erkeklere tanınmış bir ayrıcalıktır. Sıradan bir erkek evlendiği kadın ve dolayısıyla sahip olduğu ailenin giderlerini karşılamakta sınıfa dayalı düzenlerin tarihi boyunca zorlandığı için, ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü bir kadın ile evlenebilmesi, yasal olsa bile genelde olanaksız olmuştur. Bu hüküm zaman ve mekan ayırmaksızın zengin erkeklere tanınmış, tarihi boyunca da istisnalar hariç sadece onlar tarafından kullanılmıştır.

Muhammed döneminde, dünyaya gözünü açan kız çocuklarının kayda değer bir bölümü, geçimsizlik ya da savaşlarda esir olma ihtimali gibi nedenlerden dolayı diri diri gömülüyorlardı. Bu olaya karşı çıkan Muhammed, kadın sayısı önlenemez bir şe kilde artar ve fuhuş yaygınlaşır gibi sorunlarla karşı karşıya kalmış ve yanıtlamayı fırsat bulup, dul kadınlar ve yetim kalan çocuklara bakmayı birinci neden göstererek, çok karılığı yasallaştırmıştır. Sözde eşitliği savunan Muhammed, bu rakamdan fazlasını ilan etmek niyetinde olmasına rağmen, yoksul erkeklerin itiraz şimşeklerini üstüne çekmesin diye dörtle sınırlamıştır. Fakat anlatacağımız değişik diğer hükümlerle zengin erkeklerin, ekonomik güçlerinin yetebileceği seviyede çok sayıda kadından yararlanabilmelerinin önünü açmıştır. Yine söylentilerin tam tersi, çok karılık o dönemde yaşayan dul kadınlar ve yetimlerin iyiliği için ilan edilmemiş, erkekleri ve özellikle zengin erkekleri düşünen Muhammed, ilan ettiği bu hüküm ile çok sayıda kadın ve çocuğu da bakımsız bırakmıştır. Sahih-i Buhari* (Dipnot: *Bu kitap tüm islam mezhepleri tarafından güvenilir kaynak olarak kabul ediliyor.) kitabında yer alan iki ayrı hadise göre Ümeyvet-ul Asedi ve Geylan İbni Selamet müslüman olduklarında sırasıyla 8 ve 10 kadınla evlilerdi. Muhammed onlara "karılarınızın dördünü seçin, diğerlerini boşayın" demiş, böylece bu hadislerden anlaşıldığı gibi Muhammed'in kimsesiz çocukları ve kadınları "düşünmesi", verdiğimiz iki örnekte 10 kadını ve belki de onlarca çocuğu korumasız ve kimsesiz bırakmıştır.

4. surenin 20. ayeti de Muhammed'in dul ve kimsesiz kadınları düşündüğü teorilerinin ne kadar boş ve yalan olduğunu is patlamaya yetiyor da artıyor. Bu ayet de "Rahim Allah”ın ağzından erkeklere, keyfi olarak elbise değiştirir gibi karı değiştirme hakkı tanımış, koşulsuz olarak boşanma yetkisi erkeğin inisiyatifine bağlanmıştır. İddia edilenin tersine, dulları ve yetimleri düşünen "Allah" kadını erkeğin mülkü görüyor, onlara bir değer biçiyor, erkek açısından kullanım süresi bittiğinde de kapıdan dışarı atılmasını tavsiye ediyor. 4. surenin 20. ayetinin Türkçe açıklaması şöyledir:

"Şayet karınızı bırakıp da başka bir kadın almak istiyorsanız, birinci hanımınıza yükler dolusu mehir de vermiş olsanız içinden bir şey almayın. O malı, ne diye geri alacaksınız."

Görüldüğü gibi, kadın erkeğin satın aldığı bir mal gibi görünüyor, bedelini ödediği için erkek her türlü hakkı elde etmiştir. Başka bir "mal" almak istediği an önceki "mal"ı dışarıya atabilir. İslam erkeklere zorluk çıkmasın diye, boşamak işlemini olabildiğince kolaylaştırmıştır. İkinci surenin 226-237. maddelerinde açıklandığı gibi, erkek karısını boşamaya karar verdiğinde, ona yaklaşmamaya (cinsel birleşmemeye) yemin eder. Yeminden sonra dört ay içerisinde yeniden karısına dönmek istememişse eğer, karısını boşamıştır. Boşanmış olan kadının, eski kocasından hamile olup olmadığı anlaşılması için, 3 adet (yaklaşık 4 ay) döne mi, evlenmemesi gerekiyor. Tabii ki, çocuklar babanındır.* (Dipnot: *İddet denilen bekleme süresi dul kalan kadınlar için yaklaşık 4 ay 10 gündür.)

Evlenme ve boşanma hükümleri sadece hür ve müslüman kadınlar için geçerlidir. İslam dini "köleler zaten efendilerinin malıdır" diye, köle sahiplerine kadın köleleri üzerinde her türlü hakkı tanımıştır. Köle kadınların sahipleri, Allah'ın izni ile onlardan cinsel olarak yararlanmakta özgürler. Kur'an bu kadınlardan bazen 33. surenin 50. ayetinde olduğu gibi "cariye" bazen de 4. surenin 24. ayetinde olduğu gibi "sahip olduğunuz kadınlar" diye söz ediyor.

Erkeklere, daha doğrusu zengin erkeklere islamın iltifatı bunlarla da bitmiyor. Günümüzde bazı mezheplerde hâlâ geçerli olan, Muhammed döneminde, kadın ve erkeğin süre ve ödenecek bedel konusunda anlaştıkları, "imam nikahı" ve "belirli süreli nikah" diye uygulanan nikah çeşidi vardır. Sahih-i Buhari, Malik İbni Arese (Maliki mezhebinin kurucusu) "El Müte Fil Hadis, Ebu Hayyam'ın yazdığı "Tefsir-i Ebu Hayyam, Nişaburi'nin yazdığı "Sahih-i Müslim" ve Teberi'nin yazdığı "Tarih-Rüsül Velmülük" (Tarih -i Teberi diye de anılıyor) gibi müslümanlarca güvenilir sayılan kaynaklarda bu tür evlenmenin Muhammed döneminde çok yaygın olduğu, Muhammed'in en azından 40 kadınla "belirli süreli nikah" yaptığı ve bu uygulamanın 2. Halife Ömer döneminde, onun verdiği bir fetva (dini hüküm) ile yasaklandığı geniş bir şekilde ele alınmıştır.

İslam, erkeğin, kadından daha üstün olduğunu ilahileştirmek için, erkeğin yaratılış bakımından kadından üstün olduğunu öne sürüyor ve bu üstünlüğü, gerektiğinde kocanın karısını dövmesine kadar ileri götürüyor. Kur'an kadının cezalandırılma şeklini anlatırken, çirkin bir şekilde kadının karakterini, cinsel istekleriyle özdeşleştirerek, gerektiğinde kadının yatakta yalnız bırakılmasını tavsiye ediliyor:

"Erkekler, kadınların koruyucuları ve hakimleridirler. Çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Çünkü erkekler mallarıyla kadınlan beslerler, iyi kadınlar itaat ederler. Allah onların hakkını nasıl korumuşsa, onlar da kocaları yanlarında olmadığı zaman da, iffetlerini korurlar. Kötülük ve geçimsizliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara önce öğüt verin, uslanmazlarsa kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse dövün. Ama itaat ettikleri takdirde de aleyhlerine bir bahane aramayın. Muhakkak ki Allah çok yüce ve çok büyüktür." ( 4. sure 34. ayet)

İslam dinine göre kadın, kocasının ölümünden sonra mirasına sahip olunsun diye çocuk doğurma makinesidir. Bu görüşü ortaya koyarken de, kadının karakterini aşağılamakta sınır tanımıyor.

"Kadınlar sizin tarlalarınızdır. Tarlalarınıza dilediğiniz gibi girin. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'tan korkun ve muhakkak ona varacağınızı bilin. Müminleri müjdele." (2.sure 223. ayet)

İslami yapıtlarda da yer aldığı gibi, İslamdan önce Arap kadınları henüz bazı haklara sahiplerdi. Muhammed'in ilk karısı ünlü bir tacirdi ve ilerleyen dönemlerde kötü bir işlem sayılacak, fakat o dönemde henüz normal karşılanan bir fiil sonucu Muhammed ile evlendi. Hatice bir arabulucu göndererek, Muhammed'e evlilik teklifinde bulunmuştu. Müslümanlar ve Kureyşliler arasında yapılan savaşlarda, Kureyşli önderlerin karıları başörtüsüz, kocalarına eşlik ediyorlardı. Muhammed'in karıları dahil, müslüman kadınlar örtünme ayetleri ilan edilmeden önce örtüsüz dolaşıyorlardı. Genç kızlar evlenmeleriyle ilgili görüş bildirmek hakkına sahiplerdi. İslam dininin en ünlü tarihçisi sayılan Taberi, yazdığı "Tarih-i Teberi" adlı kitabında, aktardığına göre babası tarafından görüşü sorulmayarak Muhammed'in nikahına geçen Numan'ın kızı Esma, evlenme töreninden sonra şu sözleri söyleyerek Muhammed'e itiraz etmiştir: "Geleneklerimize aykırı olarak sana inanan babam, beni senin nikahına geçirdiği için, ikinizin zulmünden tanrıya sığınıyorum ve benim öcümü almasını diliyorum." Kısacası ilerleyen yıllarda İslam dini her yönden kadınları tutsak etti.

Mekke'deyken Muhammed'in ilan ettiği ayetler, genelde tanrı mahkemeleri, cennet, cehennem ve iman gibi konuları içeri yordu. Müslümanların büyük bölümünü teşkil eden yoksullar ve kölelerin umut ve isteklerini yansıtan bu ayetlerde, Müslümanların cennete yerleşeceklerinin ve sonsuz nimetlerden yararlanacaklarının, puta tapanların da cehennemde ebedi işkencelere tabi tutulacaklarının müjdesini veriyordu. Mekke'de ilan edilen sureler bu tür konuları içerdiği için kısa ve ritmik ayetlerden oluşuyordu. Fakat Medine’ye hicretten sonra İslamın önü açıldı. Sayısal ve maddi güç açısından büyük mesafe kateden Müslüman topluluğu yönetmek belirli kuralları gerektiriyordu. Medine'deki surelerin hem içeriği hem şekli değişirken ilan edilen ayetler, kadınların durumunu da değiştirdi. Kısa ve canlı ayetlerin yerini çok uzun ve yalın (cansız-coşkusuz) ayetler aldı. Surelerde yer alan konuların başında da, peygamberin yaşantısı, İslamın farizeleri, evlenme, boşanma, miras, ganimetlerin bölüşümü ve ben zeri konular yerleşti. 4. surenin 11. ayetinde kadınların miras payı erkeğin yarısı olarak saptandı. 33. surenin 59. ayetinde baş örtüsünün zorunlu olduğu açıklandı. 4. surenin 3. ayetinde erkeklere çok karılık hakkı tanındı ve tüm bu haksızlıkların sağlam bir temele oturması için, kadınlarla ilgili hükümlerin bizzat Allah tarafından verildiği açıklandı:

"Senden kadınlarla ilgili fetva istiyorlar, de ki; onlar hakkında fetvayı Allah veriyor" (4. surenin 127. ayeti)

Muhammed'e isnat edilen hadisler de, Kur'an'da yer alan ayetler gibi, kadını aşağılamak ve ona saygısızlık etmekten geri kalmıyor. Buhari'nin "Sahih" kitabında yer alan bazı hadisler bu dinin kadına bakışını açıklıyor:

*Bana cehennem halkını gösterdiler, çoğunluğunu kadınlar teşkil ediyordu.

*Kadınların görüşünü alın, tam tersini yapın.

*Kadınlar arasındaki bir dürüst kadın, yüz kara karga arasında beyaz karga gibidir.

*Tanrı bana, annem için rahmet dilememe izin vermedi.

*Cenneti bana gösterdiler, tanıdığım kadınlardan sadece Ebu Telha'nın karısını gördüm. Karşıdan bir ayak sesi duydum. Bilal'di. O da annesini cennette görmemişti.

Bunların dışında, son dönemlerde sık sık kullanılan bir hadis vardır: "Cennet anaların ayakları altındadır." Görüldüğü gibi bir ton yapıştırıcıyla bile, son hadisi diğerlerine yapıştırmak mümkün değildir. Annelere cenneti vaat eden Muhammed, Mekke'deyken İslamı ve cenneti daha güzel ve çekici kılmak için 20. yüzyılın reklam sektörünü kıskandıracak bir şekilde kadının cinsel çekiciliğini sık sık kullanmıştır. Daha doğrusu, Muhammed bu konuda öncü rol oynayanların başında geliyor. 52. surenin 20. ayetinde güzel hurileri, 55. surenin 56-58. ayetlerinde insanların ve cinlerin takınmadığı mercan ve yakut güzelliğinde kadınları (yine 56. surenin 22-23. ayetlerinde) ve 78. surenin 33. ayetinde göğüsleri henüz yeni tomurcuklanmış gencecik kızları cennetin nimetleri olarak kullanmıştır.

İslamın diğer komik aldatmacası, fuhuşa karşı olmasıdır. İslam fuhuşa karşı değil, fuhuşun genelleşmesine karşıdır. İslam fuhuşu özelleştiriyor, zengin erkeklere resmi olarak dört hür kadınla evlenmek, sınırsız imam nikahı yapmak ve nikahsız köle kadınlardan yararlanmak gibi haklar tanıyor ve fuhuşa karşı olduğunu öne sürüyor.

Kısacası, islam dini de ele aldığımız (ve teknik sorunlardan dolayı alamadığımız) dinler gibi, kadın karşıtıdır. Dinler, sömürü, eşitsizlik ve haksızlıklara dayalı düzenleri aklamak ve devam etmesini sağlamakla görevlidirler. Sömürücü sınıflar maddi üretim araçlarına hükmettikleri için “manevi üretim araçları”na da hükmediyorlar, dolayısıyla bu “manevi üretim araçları”n takviyesi ve etkileyici gücünün artması için gereken her şeyi yapıyorlar. Günümüz dünyasından dinsel ayinler ve dinin propagandası için harcanan toplam paranın eğitim ve sağlık için harcanan paranın kat kat üstünde olduğu, dinlerin sermaye düzeni için ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Laiklik maskesi takan burjuva devletlerin durumunu incelediğimizde de aynı tablo ortaya çıkıyor. Haksızlıklara ve eşitsizliklere dayalı düzenler devam ettikleri sürece dinler de işbaşı yapacaklar, sömürücü düzenin tarihin çöplüğüne gönderilmesiyle birlikte dinler de emekliye ayrılacaklardır. Kadın sorununun kökten çözüleceği sosyalist toplumlarda, din sorunu da çözüme kavuşacaktır. Sosyal ekonomik koşulların kökten değişimi, kadının konumunu da kökten değiştirecektir. Kadınların özgür ve eşit konumları, bireyler arasında tam eşitliğin sağlanacağı daha iyi bir dünyada gerçekleşecek: İşçilerin elleriyle düzenlenen ve yönetilen bir dünyada. Bu dünyada eşitsizliklerin yeri olmadığından, eşitsizlikleri savunan her varlık da yok olma sürecine girecektir. Sevgi, saygı, yardımlaşma ve özgürlüğe dayalı bir dünya olacak işçilerin yöneteceği dünya.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi