Din Adamlarının Kürt Sorununa ‘Çözüm’ Arayışları

İslamcıların siyasal gücü, etkinlik ve yönelimleri, önümüzdeki süreç boyunca Kürt ulusal sorunu tartışmaların önemli bir tarafının da İslamcılar olduğu/olacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla ulusal sorunda İslamcılarla ideolojik, politik mücadele görevleri belirgin biçimde önemini koruyacaktır. Marksist Leninist Komünistlerin İslamcılarla ideolojik, politik mücadele yürütme görevleri, İslamcıların ulusal sorunda ‘çözüm’ perspektiflerine, ürettikleri kavram ve argümanların içeriğine hakim olmadan başarıyla yürütülemez. Yerine getirilemez. İslamcıların somut düşünce, öneri, tartışma ve argümanları üzerinden yürütülecek ideolojik ve politik mücadele başarılı olabilir. Bu yazı kapsamında, din adamlarının, ilahiyatçıların Yeni Şafak gazetesinde Kürt sorunuyla ilgili 10, 11 ve 12 Mart tarihlerinde yapılan röportajlardaki görüşleri tartışılacaktır.

Yeni Şafak, elbette herhangi bir İslamcı yayın organı değil. AKP Hükümeti yanlısı, İslamcı burjuvazinin ve liberal İslamcıların yayını olarak Kürt sorununda İslamcı çözüm arayışlarını hem tartışan, hem de yönlendirmeye çalışan bir adres. Din adamları ve ilahiyatçılarla yapılan röportajlarda, bu yönelim içerisinde bir yer tutuyor, anlam kazanıyor.

Yeni olan nedir?

İlahiyatçıların ve din adamlarının görüşlerini tartışmadan önce, sorulması ve cevabının aranması gereken bazı sorular bulunuyor. Kürt ulusal sorunu yeni gündeme gelen bir sorun değil. Öncesi bir tarafa, 19. yüzyıldan bu yana yaşanıyor. Cumhuriyet Türkiyesi tarihi boyunca da devam etti. Onlarca defa isyanlara dönüştü, katliamlar, sürgünler yaşandı. Kürt halkının dili, kültürü, tarihi, ulusal varlığı inkâr edildi, yok sayıldı. Asimilasyona ve sürgüne tabi tutuldu.

Bütün bu süreçlerde Türk din adamları, Diyanet, üniversite ilahiyatçıları, müftüler, imamlar Kürt sorunu karşısında ne yaptılar? Katliamlara, zulme, inkara niye karşı çıkmadılar, sessiz kaldılar? Bir tek onurlu duruş, karşı çıkış, sahipleniş var mı tarihte? Yaşanan zulmü niye seyrettiler? Niye açıklama ve ‘fetva’larıyla destek ve ortak oldular? Her konuda söyleyecek sözü olan dinin ve din adamlarının, yaşanan tarihi ve somut olaylar karşısında söyleyecek bir tek sözü yok muydu? Kürt halkının yok sayılması, dilinin, kültürünün, tarihinin inkarı, Türklük dayatması hangi dine, imana, kutsala sığıyordu?

Bugün 80’lerden beri süren bir savaş yaşanıyor. Nüfusunun çoğu Müslüman olan iki halkın evlatları ölüyor, öldürülüyor. Din adamları onlarca yıldır neredeydiler? Bu savaşta kim haklı, kim haksız? Din adamları haksız ama güçlü olanın mı, haklı ve mazlum olanın mı yanında yer aldılar? Kürtlerin dili yasaklanırken, yerleşim yerlerinin isimleri değiştirilirken, kart-kurt söylemi arsızca sürdürülürken ne yaptılar? Diyarbakır Cezaevi vahşeti/utancı bu ülkede yaşanmadı mı? Yeşilyurt’ta köylülere dışkı yedirilmedi mi? Öldürülen gerillaların kelleleri, kulakları kesilirken neredeydiler? Namus ve mahrem üzerine vaazlar verilirken, yaşanılan tecavüzler karşısında ne yaptılar? Kürt halkının ölen evlatlarıyla ilgili dinsel vecibelerini yerine getirmeleri bile engellendi. Daha bir süre önce “devlete karşı isyan edenlerin namazları kılınmaz” diye fetva veren de din adamı değil miydi?

İlahiyatçı din adamlarının düşünce ve önerileri tartışmadan önce, bu soruların bir cevabı ve anlamı olmalı. Yaşanan tarih ve olaylar her şeyi anlatıyor. Bütün bu yaşanılanları ilahiyatçılar, din adamları, Diyanet, müftüler, imamlar, kısacası Türk din ‘ulema’sı seyretti, destekledi. Yazdıklarıyla, söyledikleriyle, vaazlarıyla, fetvalarıyla destek ve ortak oldular. Din ve Türk din adamları tarihte çok defa yaşandığı üzere, egemen ulustan/sınıflardan yana, devletten yana tavır aldılar. Kendilerinin de bir parçası oldukları devlet dininin, yani devletin çıkarlarına göre hareket ettiler. Din’i, devletin/egemen ulusun çıkarlarının hizmetinde yorumladılar, sistemin, devletin çıkarlarını üstün tuttular.

İslamiyet yalnızca tanrıya kulluk etmeyi kutsamamakta, aynı zamanda dünyevi olana/ egemene de itaat etmeyi buyurmaktadır. Kur’an’da yer alan “ulû’l emre itaat” (Nisa-59), yani “Sizden olan emir sahiplerine itaat edin” ayeti, dünyevi iktidara tanrısal bir meşruiyet sağlamanın yanında; zorba, despot ve egemen olanın karşısında boyun eğişi de telkin ederek, zorbalığı meşrulaştırmaktadır. Ve esas olarak “kul”luk vazifesiyle yükümlü olan halkın itaat etmesine hizmet etmektedir.

Türk İslam anlayışında kökleşmiş olan “kutsal devlet” fikri, ordunun peygamber ocağı olarak görülmesi de, Türklerin göçebe savaşçı tarihsel geçmişiyle, İslam’ın “Emir sahiplerine itaat edin” anlayışının sentezinden oluşmaktadır. Dinsel otorite, “emir sahiplerinin” yanında ve onun bir parçası olarak konumlanmakta, kapıkulu rolü üstlenmektedir. Bu yüzden İslam tarihinde olduğu gibi, Osmanlı’da ve Türkiye’de din adamları ve dinsel otoriteler devlet ve egemen ulus ve sınıflardan yana bir konum almışlardır. Osmanlı’da Şeyhülislam ve kadılar şeriatı uygulamanın yanında, siyasi ve iktisadi çıkarlara uyarlayan bir kurumdur. Türkiye’de ise bu özellik Diyanet İşleri Başkanlığı başta, egemen ulus/sınıftan yana Türk din alimleri ve otoritelerince sürdürülmektedir.

Bu nedenledir ki, Türk din ‘uleması’, öncesi bir tarafa, yüz yıldır Kürtlere karşı uygulanan zulme seyirci kalmışlar, çoğunlukla da onaylamışlardır.

Kürt ulusal sorunu bugün hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği, üstünden atlayamayacağı bir düzey ve boyuta ulaşmıştır. Din adamları ve otoritelerinin de söyleyecek bir sözü olmalıdır şüphesiz. Fakat bu sözün ve otoritenin hangi biçimde kullanılacağı önemlidir. Ardınızda kalan ibretlik tarih peşinen şüpheyle yaklaşmayı gerektiriyor. Bugün din adamlarının, ilahiyatçıların inisiyatif alma çabalarını ve İslamcı cenahtan bu yönlü çağrıları irdelerken, bu tarihi ibretlik rolü unutmamamız gerekiyor. Röportajda yer alan Prof. Hayri Kırbaşoğlu’nun, din adamlarıyla ilgili; “Memleketin hangi meselesinin çözümü için ellerini taşın altına koydular ki, Kürt meselesi gibi ciddi bir meseleye eğilip ... şahsiyetli bir duruş sergilesinler.” söylemi de bunu doğrulamaktadır.

İlahiyatçılar sorunu nasıl görüyor?

Çoğunluğu Prof., unvanlı olan ilahiyatçılar sorunu nasıl görüyorlar, nasıl tanımlıyorlar? Sorunun nedeni olarak neyi görüyorlar? Herhangi bir ‘sorun’a dair çözüm, tanımından başlayarak geliştirilebilir. ‘Çözüm’ü, sorunun kendisinden, özelliğinden ayırmak mümkün değildir. Sorunun adı, nedeni, çerçevesi konusunda yapılan tanım ve değerlendirmeler, ‘çözümü’yle kurulan ilişki biçimini ve bütünlüğünü kavramak bakımından çıkış noktası olarak görülmelidir.

Röportajlarda yer alan ilahiyatçı profesörlerin ve din adamlarının sorunun adı, tanımı ve nedenlerine dair tespitleri çeşitlilik taşısa da, geleneksel söylemle esas olarak uyumlu. Yer yer titrek ve cansız eleştirilerle resmi söyleme, İslami algıyla belirli bir mesafe oluşturma çabası yansımakla birlikte, bu, egemen olanın dışına çıkmaya dönüşmüyor. Hatta birçoğu resmi söyleme tamamen angaje olmuş bir çerçeveden soruna bakıyorlar. “Dış mihrak”, “kışkırtma”, “fesat”, “ayrılıkçı terör” tanımlamaları hala çok belirgin bir özellik. Kimileri ise, ekonomik eşitsizlik, dengesizlik kaynaklı olarak görüyor. Kimisi de sorunu “ulus-devlet” özelliğinden ve laiklikten hareketle tanımlıyor. Fakat hemen her durumda, sorun ve çözüm dinden hareketle ele alınıyor.

Geleneksel resmi söylemi en yalın biçimiyle Prof. Ali Erbaş’ın tanımlamasında bulmak mümkün. O, Osmanlı’nın parçalanması döneminde “oynanan oyunlara” ve “kışkırtmalara” gönderme yapıyor öncelikle. Oradan hareketle, “Bugün elimizde kalan Anadolu da gözlerine fazla görünüyor ki, benzer bir planla bu sefer etle tırnak gibi iç içe yaşayan, konuştukları dil farklılığından başka hiçbir farklılığı olmayan insanları bir birinden ayırmak istiyorlar” diyor. Aslında resmi söylemi içselleştirmiş bir Türk din adamı prototipi, “beyaz Türk” duruyor karşımızda. O’na göre gerçekte bir sorundan söz edilemez. Osmanlı’da olduğu gibi bugün de dış güçler ülkeyi parçalamaya çalışıyorlar! Dış güçler tespitiyle uyumlu bir dış mihrak yaklaşımı sunuyor. Kürtlerin “ayrı dil konuştuğunu” söylemesi ise “realite”den olsa gerek. “Milli çıkarlar”ı dinden ve dinin gereklerinden üstün tutan bir İslamcılık yaklaşımı... Tarihsel Türk din adamı çizgisini yansıtıyor. Elbette bu inkarcı, ırkçı ve asimilasyoncu “sorun” algılaması. Küçük bir ayrıntı olarak gördüğü “dil farkı”na dair, bu dilin on yıllarca niye yasaklı olduğu, hala da ambargonun niye devam ettiğini dahi sormuyor. Bu dil, kuş dili mi? Dayandığı bir ulusal kimlik, kültür ve tarih yok mu? “Etle tırnak gibi iç içe yaşayan” halklardan biri bütün ulusal haklarına sahipken, diğerinin varlığının dahi inkâr edilmesi, İslami bakımdan da bir sorun değil mi?

Kürt ulusal sorununun egemen sınıf yaklaşımlarından birisi de, sorunu siyasal/ulusal bir sorun olarak değil de; bölgesel ve ekonomik dengesizlik, geri kalmışlık, feodal yapı ve bu dengesizliklerin istismarı olarak görülmesidir. Ecevit’in yıllarca savunduğu, Erdoğan’ın bugün farklı bir biçim ve düzeyde sürdürdüğü bu anlayış, ilahiyatçıların yaklaşımlarında da yer alıyor.

Bu düşünce Prof. Dr. İbrahim Sarmış’ın değerlendirmesinde karşılığını buluyor. “Kuruluş aşamasındaki olağandışı şartlardan kaynaklı yapılan kimi uygulamalar bir yana bırakılırsa, sistem, Güneydoğu’da sorunu kendi elleriyle yaratmıştır.” diyor. Peki, sistem bu sorunu nasıl yaratmış? “Ülkeyi dengeli bir şekilde kalkındırmak için zamanında Batı’dakine paralel olarak Güneydoğu’ya üniversite, hastane, fabrika, ulaşım gibi yatırım yapılmamıştır. Bölgede öteden beri etkin olan feodalizm ve şeyhlerin uygulamalarının yanında bütün bunlar, sol fraksiyonlar, daha sonra ulusçu ve bölücü ayrılıkçılar tarafından ülkenin aleyhine kullanılmıştır.” diyor. Biraz daha farklı bir biçimde Prof. Faruk Beşer de “Ekonomik güce” dikkat çekiyor. Ekonomik gücü birleştirici bir unsur olarak görüyor, ABD’yi örnek veriyor.

Sarmış’ın sözünü ettiği kuruluş döneminde yapılan “kimi uygulamalar”ın neler olduğunun bilmiyoruz. O da bunların neler olduğunu söylemeksizin, “olağan dışı” şartlara bağlıyor. Haliyle “olağandışı”lık, hataları olağanlaştırıyor. Bu “kimi uygulamalar”, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yürüten halklardan Kürtlerin, ulusal varlıkları dahil bütün haklarının inkar edilmesi olmasın?! Veya 20’li, 30’lu yıllar boyunca ırkçı Türkleştirme, asimilasyon, sürgün ve katliamlar olmasın! Oysa hiçbir “olağandışılık” da yok koşullarda. Nüfusunun çoğu Müslüman olan iki ulus birlikte kurtuluş savaşı vermiş ve zaferle çıkmışlar. “Olağan” olarak her iki ulusun ve diğer ulusal toplulukların haklarını ve özgürlüklerini güvenceleyen bir “sistem” kurulması gerekmiyor muydu? Gayet “olağan” olan bu koşullarda, olağan olması gereken bu değil miydi? Evet, bütünüyle “sistem”in yarattığı bir sorunla karşı karşıyayız. Fakat bu “ekonomik” değil, tamamen siyasal, rejimsel ve ideolojik nedenlerle...

Çok ekşi ve bayat olsa da, Sarmış’ın sorunu “bölgesel ekonomik dengesizlikle” açıklayan tezine de bakmak gerekiyor.

“Sistem” sorunu yıllarca geri kalmışlık, feodal yapı ve ekonomik kalkınma sorunu olarak gösterdi. Bugün de aynı söylem, işsizlik, iş, aş sorunu olarak sürdürülüyor. Değişik zamanlarda hükümetler sorunun çözümünde hiçbir ilerleme sağlamayan ekonomik “çözüm paketleri” açıkladılar. Bugün AKP Hükümeti de işsizlik ve yoksulluğu istismar ederek sadaka niyetine kömür ve erzak dağıtıyor. Bunlar sorunu çözebiliyor mu?

İşsizlik, yoksulluk, geri kalmışlık ve adaletsizlik elbette bölge de önemli sorunlar. Fakat bunlar sorunun nedeni değil, sonuçları arasındadır. Emekli general Özkök bile “İç Anadolu ve Karadeniz’de yoksulluk var, oralarda niye aynı sorunlar yaşanmıyor, düşünmek lazım” diyor. Sarmış’ın ilahi özgül ağırlığı sorunu bu kadar bile kavramaktan uzak. Kürt sorunu bile diyemiyor, Kürt ismini telaffuz edemiyor.

Kaldı ki Kuzey Kürdistan coğrafyası niye geri kaldı? Coğrafi/ bölgesel ekonomik dengesizlik niye bu kadar derin? İlahiyat profesörümüzün bunlara da bir cevabı bulunmuyor. Bu, Cumhuriyet dönemi boyunca izlene gelen sömürgeleştirme politikasıyla ve bunun bir parçası olarak Kürdistan’ın ekonomik ilhakıyla ilgili değil mi? Yeraltı ve yer üstü zenginlikleri talan edilip Batı’ya taşınmadı mı? Tek bir ulusal pazar yaratılarak, Kürdistan Batı’ya bağlı ve tabi kılınmadı mı? Bölgeyi kim, niye, ne amaçla geri bıraktı? Sanayi yatırımlarının yapılmaması, ekonomik kaynakların ayrılmaması, tarım ve hayvancılığa mahkum kılınmaları bilinçli politikalar değil miydi? Bugünkü yoğun işsizlik ve yoksullukta sömürgeci savaşın doğrudan payı vardır. Köylerin yakılıp yıkılması, sürgün ve göçertme politikaları, sosyal yapının bozulmasının ve şehirlerde biriken yoğun nüfusun, işsizliğin nedenleri bu savaş değil mi? Sarmış bunlara bile temas etmeye cesaret edemiyor.

Kürdistan’daki feodal yapı ve ilişkilerin ayakta tutulmaya çalışılması bilinçli bir sömürgeci politika değil miydi? Sistem onyıllarca ve bugün de feodal yapıya, aşiret ve tarikat ilişkilerine, şeyhlere, feodal değer ve yaşam özelliklerine, töre ve geleneklere, koruculuğa dayalı olarak ayakta durmaya çalıştı. Bölgeyle ilişkilerini aşiret reisleri, korucubaşları ve din üzerinden kurdu. Bugün de rejim gerçekten feodal sosyal yapıyı parçalamak istiyor mu?

Devlet ve işadamları niye yatırım yapmaya yanaşmıyor? Bunun süren savaşla, yani siyasetle bir ilgisi yok mu? Veya diyelim ki, belli bir ekonomik gelişme ve refah sağlandı, bu ulusal sorunu ve talepleri ortadan kaldıracak mı? Dünya deneyimleri tersini söylüyor. Ekonomik gelişme, Kürdistan’a özgü bir burjuvazi yaratıp büyüttükçe ulusal talepler ve ulusal mücadele de körüklenecektir.

Sonuçta bölgesel dengesizlik, geri kalmışlık, işsizlik ve yoksulluk, sorunun nedeni değil, sonuçlarından birisidir. Beşer’in ekonomik gücü birleştirici görüp, keza güçsüzlüğü ise birlikteliği zayıflatıcı bir unsur olarak görmesi de sorunu tanımlamaktan uzaktır. İktisadi bakımdan güçlü ya da güçsüz olunmasından bağımsız olarak, ulusal sorunların çözülmediği her yerde, sorun varlığını ve taleplerini korumuştur.

İlahiyatçı Sarmış, ekonomik sorunların, dengesizliklerin önce “sol fraksiyonlar”, sonra da “ulusçu ve bölücü ayrılıkçılar” tarafından “kullanıldığı”nı, yani istismar edildiğini söylüyor, tanımlıyor. “İstismar” var, “kışkırtma” var, “kandırma” var, ama “sorun” yok! Ya da ortada somut, gerçek bir siyasal sorun yok! Öyleyse din adamı desteğine niye ihtiyaç duyuluyor? Rejim zaten sorunu bu biçimiyle güvenlik güçleri üzerinden çözmeye çalışmıyor mu?

Birçok ilahiyatçı sorunu din merkezli ve dinle ilişkilendirerek tanımlıyor. Bu bakımdan Nur cemaatinin ileri gelenlerinden Mehmet Paksu, “Bin yıldır Türklerle Kürtleri bir arada tutan ... en önemli bağ din kardeşliği bağıdır. Bu bağ zayıfladığı günden bu yana sorunlar bir kördüğüm halini almıştır.” diyor.

“Din kardeşliği”ni ilahiyatçıların çözüm önerileri kapsamında tartışacağız. Burada sorunu tanımlama bakımından “din bağının çözülmesi” fikrine değinmek istiyoruz.

Paksu’ya göre de ulusal siyasal bir sorun olarak Kürt sorunu yok. Din bağı zayıflamış, ortaya sorunlar çıkmış, süreç içerisinde kördüğüm olmuş, hepsi bu! Biz yine de soralım, bu bağ ne zamandan beri zayıflamıştır? Osmanlı’da mı, cumhuriyetin başlarında mı, yoksa ‘80 sonrası mı? Osmanlı’da şeriat hukuku vardı, padişah aynı zamanda Halife ünvanı taşıyordu. Fakat ilk Kürt isyanları 1830’larda Osmanlı’da yaşandı. Bu isyanlar Kürt sancaklarının özerkliklerinin kaldırılmasından mı, yoksa din bağının zayıflamasından mı kaynaklandı? Yine bu isyanlara Kürt dinsel otoriteleri de katıldılar, önderlik ettiler. Cumhuriyet döneminde de Şeyh Said isyanı başta, birçok isyanda Kürt din adamları yer aldılar. Son isyanda da Yurtsever İmamlar Birliği gibi din adamlarının oluşturduğu Kürt ulusal kurumları ortaya çıktı. Kontrgerillanın uzantısı Hizbullah pek çok yurtsever imamı katletti. Eğer sorun din bağının zayıflaması ise, bu isyanları ve din adamlarının katılmasını nasıl açıklayacağız?

Bu “din bağı” hangi tarafta zayıfladı, Türkler’de mi, Kürtler’de mi, yoksa siyasal kurumlar düzeyinde mi? Paksu, Kürtlerin dindarlıklarına özel bir vurgu yapıyor. Öyleyse bu bağın zayıflamasının muhatabı Kürtler değil. Fakat “çözüm” önerilerinde din vurgusunun Said-i Nursi üzerinden anlatımıyla Kürtler üzerinde yoğunlaştırıyor. Paksu, din bağının çözülmesinin ne tür bir sorun yarattığını, bugünkü durumu nasıl tanımladığını anlatmıyor. Nasıl anlamalıyız, dinsel kardeşlik bağının zayıflamasına Kürtlerin tepki duyması şeklinde mi?! Herhalde anlatmak istediği bu olmamalı. Fakat o aslında, sorunu tanımlayış biçimiyle hiçbir şey anlatmamış oluyor. Ne Kürt sorunundan söz ediyor, ne de bu sorunun içeriğinden. Demek ki, böyle bir sorun yaşanmıyor, O’na göre. O sadece din kardeşliği bağının zayıflamasını sorun olarak görüyor!

İlahiyatçılar klasik anlamda din adamı değiller. İmam ve müftüler gibi dinsel ibadeti yönetme gibi bir görevleri bulunmuyor. Onlar din/İslam sorunuyla akademik düzeyde ilgilenen din alimleri, aydınları ve eğitimcileri... Din’i birçok yönüyle anlama, yorumlama fonksiyonu ve aynı zamanda sosyolojik, toplumsal ve siyasal olanla din arasındaki ilişkiyi tanımlamaları gerekiyor. Fakat biz henüz ne akademik bir koyuşa, ne de toplumsal ve siyasal olanla kurulan ilişkiye rastlamadık. Soruna yaklaşım biçimi itibariyle herhangi bir devlet görevlisinin sunabileceği yaklaşımların ötesine geçebilmiş değiliz henüz.

Sorunun çözümüne dair “din merkezli bir strateji” öneren Prof. Dr. Orhan Çeker’in açıklamalarında da sorunun tanımına dair ikna edici bir fikre ulaşamıyoruz. O, “Kimi askeri yetkililerimizin de ifade ettiği gibi yaklaşık bir asırdır Doğu ve dolayısıyla Kürt meselesinde bazı hatalar yapıldı. Bu hataları da etkin bir biçimde beyan ederek yeniden bir strateji çizilmelidir. Bu yeni strateji din merkezli olmalıdır.” diyor.

“Doğu” dolayısıyla da olsa, en azından “Kürt meselesi”ne gelebildik. Buna da şükür mü demeliyiz? En azından Sarmış’ın “kimi uygulamalar”, Çeker’in “bazı hatalar” dediği şeylerin neler olduğunu da öğrenebilseydik! Bu belki bizi “sorun”a daha fazla yaklaştırabilirdi. Üstelik Çeker, “kimi askeri yetkililerin de” arkasına sığınarak bu “bazı hatalar”ın “yaklaşık bir asırdır” sürdüğünü söylüyor. Bu “hataların” etkin beyan edilmesi gerektiğini belirtiyor. Haliyle ondan bu asırlık hatalar konusunda bizleri ve devleti yönetenleri aydınlatmasını beklemek hakkımız. Fakat o, hiçbir şey söylememeyi tercih ediyor. Din merkezli de olsa “yeni bir strateji” oluşturabilmek için, sorunun ve nedenlerinin tanımlanması ve stratejinin de bunun üzerine kurulması gerekmez mi? Bu kadar genelleme yapmanın soruna ve çözümüne bir katkısı var mı? İlahiyatçılar bir türlü niye sorunu tanımlamaya, “hataları” ortaya koymaya yanaşmıyorlar? Onun “bazı hatalar” olarak tanımladığı, “çözüm” önerisiyle birlikte düşünüldüğünde, din unsurunun ihmal edilmesidir. Yoksa Kürt halkına reva görülen uygulamalar değil. Yine onun genel ve suya sabuna dokunmayan değerlendirmesine rağmen, son cümlesinde belirttiğiyle, sorunla ilişkisini nasıl kurduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Şöyle diyor; “. ‘Fesad’ı ortadan kaldırabilecek her türlü samimi teşebbüsün olması” gerekir.

Fesat, dinsel bir terminoloji, bozgunculuk anlamına geliyor. Demek ki, sorun olarak Fesad’ı görüyor. Fesatlığı ortadan kaldırmaya çalışıyor. Fesatlığı çıkaran kim? Kürtler! Yani fesad “bazı hatalar”dan kaynaklanmıyor. Böylece alim olmanın yüzü suyu hürmetine söylenen “asırlık hatalar” ve bu hatalarla yüzleşme söylemi de fesada kurban gidiyor.

Aynı zamanda Yeni Şafak yazarı da olan Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın açıklamalarında, sorunun en azından belli bir çerçevede tanımına ulaşabiliyoruz. Ona göre “başörtüsü meselesi varsa Kürt meselesi de vardır”. Karaman, bu çerçevede yanlış bulduğu bazı görüşleri aktarıyor; “Bu ülkede Kürt isimli etnik grubun varlığını inkar edenler bile vardır. Bir kısmına göre de ‘Kürt vardır ama Kürt meselesi yoktur.’ ‘PKK terör örgütüdür, yok edilmesi ile mesele kapanır.’” Karaman bu yaklaşımlara karşı çıkarak, “gerçekte, ... Kürt isimli bir etnik grup; bunların dilleri, kendilerine mahsus örf ve adetleri, korumaya özen gösterdikleri özel değerleri, ... maddi talepleri ve bütün bunların oluşturduğu bir ‘Kürt meselesi’ vardır.” diyor. Karaman, “Kürt isimli etnik grup”un farklılıklarından hareketle bir “Kürt meselesi” tanımı yapsa da, bunu ulusal, siyasal bir sorun olarak görmüyor. En geniş anlamda farklılıkların korunması/yaşatılması çerçevesinde bir kültürel “sorun” algılaması olduğunu anlıyoruz. “PKK’yle mücadele” ile “Kürt meselesi”ni birbirinden ayırıyor. “Varlığını bile inkâr edenler” dediği seksen küsur yıllık devlet politikasıydı. “Realitenin tanınması”na ancak büyük zulümlerin ve 84’ten beri süren savaşın ardından ulaşılabildi. Hala bu “realite”nin ne anlama geldiğini bilmiyoruz. “Varlığını inkâr etme” hala inceltilmiş biçimde devam ediyor. Başörtüsünü anayasal güvenceye alan Hükümet, Kürtlerin ulusal varlıklarını ve haklarını güvenceye almaya yanaşmıyor. Koskoca bir ulusun, varlığının dahi inkâr edilmesi düzeyinde yaşadığı sorunlar, türban sorunu kadar bile bir önem taşımıyor. Karaman da tıpkı diğer ilahiyatçılar gibi, Kürtlerin uğradığı ulusal ve siyasal zulme, kimin ne için bu zulmü yaptığına değinmiyor. Herhangi bir gönderme bile yapmıyor. “Kürt meselesini”, türban sorunu gibi bir dizi sorunla eşdeğer bir sorun olarak görüyor.

Ve yine “sorun” algılamasındaki tarafını ve yüzeyselliğini “PKK, Kürtlerin meşru taleplerine sahip çıkmakta, bunları istismar etmekte, silahlı mücadele yoluyla Marksist ve laik bir Kürt siyasi ve sosyal yapısı kurmayı hedeflemektedir.” değerlendirmesinden de anlıyoruz. Sorunun çözümüne katkı sunmaya çalışan bir din adamından daha çok, bir itfaiyeci gibi yaklaşıyor soruna. PKK’nin “sahip çıkması”, “silahlı mücadelesi” olmasaydı, rejimin ve din adamlarının bir “Kürt meselesi” var mıydı? Bugün tartışıyor olunması dahi bu mücadelenin ürünü. 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde bir tek din adamı, ilahiyatçı çıkıp da “Kürt meselesi vardır.” dedi mi? Bırakalım rejimi layıkıyla eleştirmeyi, ilahiyatçılar kendileri ve parçası oldukları “ulema” adına bile en küçük özeleştiriye niye yanaşmıyor?

İslami bakış çerçevesinde sorunun daha açık tanımına, Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyatçısı Dr. Arif Gezer’de ulaşıyoruz. O, “İslam, ırkların, kabilelerin hiçe sayılması gibi bir yaklaşıma sahip değil; ... farklılıkların korunmasından yanadır ... yok sayılmasına ve asimile edilmesine kesinlikle karşıdır.” diyor. Fakat “Bu ideal yaklaşımın İslam tarihinin her bir sayfasında tam olarak uygulanamadığını söylüyor.

Muhammed peygamberin “Şüphesiz ki bir kişinin ırkını sevmesi ırkçılık değildir. Irkçılık, haksız olan bir kişiyi sırf kendi ırkından olduğu için savunmak ile başlar.” sözünü hatırlatıyor. Kendi Kafkas kökenine ve bu çerçevedeki etkinliklere ilgi duymasını da örnek göstererek “Kürt sempatizanlığının ırkçılık olarak değerlendirilmesine” karşı çıkıyor, peygamberin hadisini hatırlatıyor. “Bu bölgede yaşayan kişilerin”, “dil başta kültürel haklarını korumak istemelerini”, “doğal bir durum” olarak tanımlıyor.

O’nun İslami bakış açısında da bir ulusal sorun algılaması yok. Tersine, bunu İslam’ın dışına çıkmak anlamında “ırkçılık”la tanımlıyor. “Geniş halk kitlesinin bir tarafa kanalize edilmesi” yani kazanılması sorunu olarak, “büyük oranda siyasilerin feraset veya ferasetsizliği ile doğru orantılı” görüyor. Bu kapsamda da, tıpkı Sarmış gibi, ekonomik sorunların ve işsizliğin giderilmesini ön plana çıkarıyor. AKP’nin seçimlerde aldığı yüksek oyu “ümitlerin canlı tutulabilmesi için” önemli gösterge olarak görüyor.

İlahiyatçı din adamlarının sorun algı ve tanımlamalarında, ilişkilenişlerinde gelebildiğimiz en ileri nokta bu. Dinin/İslamın, günümüz modern zaman gerçekliğinin bir sorunu olarak Kürt ulusal sorununa çözüm çerçevesi olup olamayacağını ayrıca tartışacağız. Fakat Gezer Kürtlerin meşru kimlik talepleri dışında sorunu nerede görüyor? Ekonomik sorunların çözümünde, siyasilerin ferasetinde, geniş halk kitlesinin kazanılmasında, AKP’nin aldığı oy oranında.

İlahiyatçılar sorunun tanımından başlayarak çözümsüzlük çizgisinde derinleşiyor. “Çözüme” dair söyleyeceklerinin hükmünü de peşinen yansıtmış oluyorlar. Bu tanımlamalardan bir “çözüm” çıkar mı? Ya da nasıl bir çözüm perspektifi çıkar?

İslamcılarla doğru bir tartışma yapabilmek için öncelikle sorunun adını ve nedenlerini doğru koymak, tanımlamak gerekiyor. “Kürt sorunu” olarak ifade edilen sorun, ulusal bir sorundur; Kürt ulusal sorunudur. Tıpkı benzeri ve çağdaşı olan Filistin, Çeçenistan, Kosova, Bosna, İrlanda, Bask, Tamil vb. sorunları gibi. Nesnel ulus gerçekliğine ve ulusal taleplere dayanmaktadır. Din adamları gibi birçoğu “Kürt sorunu”nda, Kürtlerin meşru ve haklı ulusal taleplerinin karşılanmamasını değil de; Kürtlerin taleplerini “sorun” olarak görmektedir. “Sorun” olan nedir? “Sorun”, Kürt ulusal varlığının ve haklarının inkâr edilmesi ve bunun Kürtlere dayatılmasıdır. Sorun devletin sömürgecilik ve asimilasyon politikalarında somutlanıyor.

Sorunun gerçek içeriği, somut formu yadsınarak bir yere varılamaz. Kürtlerin meşru hakları, ulusal ve siyasal talepleri var. Veri alınması, tartışılması gereken zemin bu. Bu zemini dikkate almayan, sorunun tarafını ve muhatabını görmezden gelen, onun dışında yapay arayışlar peşinde koşan girişimlerin, sorunu doğru tanımlayamayacağı gibi, çözümüne de özel bir katkıları olmaz. Kürt ulusal sorununun eşit, adil, onurlu, demokratik çözümüne taraftar mısınız, değil misiniz? Çözüm arayışlarınız iki ulus gerçekliğini ve tam hak eşitliğini dikkate alıyor mu, almıyor mu? Sorunun demokratik ve kardeşçe çözümünden mi yanasınız, yoksa devlet merkezli, statükodan yana “çözüm” adına çözümsüzlükten mi?

Statükonun alternatif yorumu: Din kardeşliği

İlahiyatçılar sorunu tanımlayışlarında olduğu gibi “çözüm”ü de bütünüyle devletçi, statükocu bir çizgide arıyorlar. Militarizmin ve şovenizmin cephe gerisi olma rolünü üstleniyorlar. Asimilasyonu din aracılığıyla derinleştirmeyi ve sürdürmeyi öneriyorlar. Bu doğrultuda devleti ve din adamlarını göreve çağırıyorlar

Bunlardan A. Erbaş, “Silaha sarılmış kişilere karşı silahlı kuvvetlerimiz mücadelesini devam ettire dursun, diğerlerinin de silaha sarılmalarını önlemek gerekir.” diyor. “Güneydoğu’da yaşayan insanlarımızın dinsel hassasiyetlerinin oldukça yüksek” olduğunu belirterek, “PKK’nin İslam’a oldukça uzak olduğunu, Marksist bir çizgide hareket ettiğini anlatmak gerektiğini” belirtiyor. “Kardeş aile” projesini önemli bulduğunu söyleyerek, “Batı illerindeki işadamlarının doğu illerinde kardeş aile olmaları, oradan özellikle öğrencilerin Batı illerine getirilmeleri, yine bölgede çok sayıda özel okul, dershane gibi kurumların açılması gerçekten çözümü kolaylaştıracaktır.” diyor.

Buyurun işte, bir ilahiyatçı din adamı çözümü! Yıllardır yapılan, denenen, herhangi bir devlet görevlisinin de önerebileceği “çözümler” değil mi bunlar? İlkokuldan başlayarak zorunlu Türkçe eğitim, Bölge Yatılı Okulları asimilasyon için yıllardır kullanılmıyor mu? Önerdiği “çözüm” dinin ve bölge halkının dini duygularının açıktan istismar edilmesi, dinin asimilasyon aracı olarak kullanılmasıdır. İlahiyatçı din adamımız askere selam çakmaktan da geri durmuyor. İnkârın yanında imhaya karşı da en küçük bir itirazı bulunmuyor.

O, son olarak “Üniter yapıya zarar vermemek şartıyla ... eğer mümkünse bölücülerin tuzağına düşmemeleri için Kürtçe eğitim seminerleri bile verilebilir.” diyor. Kürtçe eğitim seminerlerini bile ancak kirli amaçları için düşünebiliyor, o da “eğer mümkünse”, “Üniter yapıya zarar vermemek şartıyla”! Din adamı değil, üniter yapı zabiti. Üniter yapının korunması dinin/ İslam’ın hangi şartları arasında yer alıyor? Türkçü, tekçi ve inkarcı üniter yapıyı korumakla, savunmakla İslam’ın nasıl bir ilişkisi bulunuyor?

Nur cemaatinden M. Paksu da sorunun çözümü konusunda atılan adımların küçümsenmemesini ama yeterli olmadığını söylüyor. “Çözüme yönelik ... eğitime ağırlık verilir, dini konularda gerekli programlar yapılır, halkın kalbi kazanılırsa, kimsenin istismarına meydan kalmaz.” diyerek yapılması gerekenleri sıralıyor.

İ. Sarmış ise, “Ülke çapında birlik ve beraberliğin istenen anlamda sağlanabilmesi için herkese genel, ama Kur’an’a dayalı. bir İslam eğitim öğretim seferberliği uygulanması gerekir. Güneydoğu insanı genelde inançlarına bağlıdır.” diyor.

M. E. Kılıç da “Din adamlarının bölgede yapacakları siyasilerden ve ticaret erbabından çok daha fazla şeyler” olduğu düşüncesinde. “Din alimi bir kanaat önderidir, özgürce vaaz verebilir, kitle oluşturabilir, insanları ruhi ve manevi gelişmeleri için yönlendirebilir.” diyor. “Çözüm” adına önerilenler bunlar. Bu önerilerde sorunun somut gerekleri ve çözüm dışında her şey yer alıyor. Yapılan öneriler Kürtlerin kolektif ulusal kimliğinin tanınmasını bile içermiyor. Bu öneriler sorunu nasıl çözecek? Ulusal kimliği tanımadan, bunun siyasal gereklerini yerine getirmeden çözüm olacak mı?

Dinin ve Türk din adamlarının sorunun çözümünde nasıl bir rol üstleneceğini, “ulema”nın nasıl bir misyona soyunduğunu anlama çabasına devam ediyoruz. Bu konuda Selçuk Üniversitesi İlahiyatçı Öğretim Üyesi O. Çeker’in söyledikleri oldukça aydınlatıcı. O, din adamlarının şimdiye kadar “çözüm”e katkılarının olmamasının nedenini, “Bir katkı talebinde bulunulmaması”yla açıklıyor. “Bu vatani meselede”, “din unsuru samimiyetle devreye sokulmalı”, “dini temsil eden insanların katkıları temin edilmelidir.” “Gerek resmi gerekse sivil, ne kadar din temsilcisi varsa hepsinden istifade edilmelidir.” diyor.(*)

Selçuk Üniversitesi Öğretim Görevlisi Çeker bizce din adamlarına haksızlık ediyor! Türk din adamları, ilahiyatçıları, alimleri ve Diyanet şimdiye kadar, neredeyse yek vücut olarak Kürt halkına karşı kirli savaşta zaptiye nazırı olarak cephe hatlarında mücadele yürüttüler. Devleti ve sömürgeci statükoyu koruma güdüsüyle hareket ettiler. İmam ve müftü taburları, propagandacı kıtaları olarak görev aldılar. Din adamı gibi değil, emir eri gibi davrandılar. Fakat Kürt ulusal sorunu hala çözülmedi. Din adamlarının sömürgeci statükonun, militarizmin, Türk şovenizminin cephe gerisi olarak konumlanmasının sorunun çözümüne bir katkısı olamadığı gibi, bunun din ve din adamlığıyla da bir ilgisi yoktur.

Prof. Çeker ayrıca “Terörün eğitimle çözülme yolunun tercih edilmesini” öneriyor. Bu önerinin somut karşılığı nedir? Kürtlerin anadilde eğitimini kabul etmiyor, ama mevcut eğitimin yanında din eğitimini de yoğunlaştıralım diyor.

Görüşlerini aktardığımız ilahiyatçı din adamlarının açıklamalarında ve çözüm önerilerinde Kürt ulusal sorunu gerçekliği bulunmuyor. Sorun siyasal, ulusal bir sorun olarak görünmüyor. Dolayısıyla adil, onurlu, eşitlik temelinde demokratik bir çözüm perspektifi taşımıyor. Kürtlerin kolektif ulusal varlığını tanıma yok. Anadilde eğitim hakkı dahi savunulmuyor. Mevcut tekçi üniter devlet yapısına yönelik tartışma, eleştiri bulunmuyor. Türklerin egemen ulus konumu tartışma dışı tutuluyor. Sömürgecilik, inkar ve asimilasyona bir itiraz yok. Asimilasyonun din faktörünün daha etkin kullanılmasıyla sürdürülmesi arayışı savunuluyor ve bu “çözüm” olarak sunuluyor. Bu “çözüm”, “din/ İslam kardeşliği çözümü” formülasyonuyla bir stratejiye dönüştürülmeye çalışılıyor.

Demek ki bir kavram olarak “çözüm”den herkesin anladığı ve yüklediği anlam farklıdır. Normal olarak “çözüm”, olumlu bir anlam yüklenerek bir sorunu gidermek, aşmak, yani bir düzeye/duruma evriltmek anlamına geliyor. Bu eğer siyasi/ulusal bir sorun ise “çözüm” de bu kriterler uygulanarak elde edilebilir. Fakat din adamları, ilahiyatçılar, İslamcılar açısından “çözüm”; aynı “çöz” kökünden gelen ve olumsuz bir anlam yüklenen “çözmek” şeklinde algılanıyor. Bu anlamda çözmek, bir sorunun bütünlüğünü bozmak, parçalara/alt unsurlarına ayırmak, yapısını ve şeklini bozmak anlamı kazanıyor. İlahiyatçı Türk din adamları bunlardan hangisine yakın duruyor? Şüphesiz ki onlar din/İslam faktörü üzerinden sorunu gidermeyi, aşmayı değil; bozmayı, parçalamayı, şekilsizleştirmeyi anlıyorlar. Din üzerinden sorunu parçalayarak alt unsurlarından birine dönüştürmeye çalışıyor. Özel olarak da Kürt halk mücadelesini-direnişini “çözmek”, tartışmalarının odağında duruyor.

Peki, Türk din adamları, niye böyle hareket ediyorlar? Bu öncelikle onların sistemi benimsemiş, sistemle bütünleşmiş olmalarıyla ilgili. Sisteme yönelik din merkezli kimi eleştirileri bu gerçeği değiştirmiyor. Benimsedikleri ve kendilerinin de bir parçası oldukları düzeni/sistemi savunuyor, korumaya çalışıyorlar. Sistemin çıkarlarını ön planda tutuyorlar. Dini/İslamı bu çıkarlara uyarlayıp, bu yönde yorumluyorlar. Din/İslam merkezli “çözüm” arayışlarında da hareket noktaları sistemin korunması, sürdürülmesidir.

Bu arayış ve strateji yine O. Çeker tarafından; “... yeniden bir strateji çizilmelidir. Bu yeni strateji din merkezli olmalıdır.” şeklinde tanımlanıyor. Önerilen “yeni stratejinin” sorunu çözüp çözemeyeceğine bakacağız. Daha önce ilahiyatçıların ifadelerinden bu “yeni” stratejinin dayandığı zemini daha iyi anlamakta yarar var. Ne diyor ilahiyatçı din adamları? “Kürt meselesinin çözümünde din birinci sıradaki faktördür.” “Din unsuru insanın her hücresine işlemiş olduğundan.” (O. Çeker)

“Bin yıldır Türklerle Kürtleri bir arada tutan, onları etle tırnak gibi birleştiren en önemli bağ din kardeşliği bağıdır.” (M. Paksu)

“İslam dini insanların bir araya gelmesinde ve kaynaşmasındaki en önemli kuşatıcı şemsiye olmuştur.” (M. E. Kılıç)

“Demek ki, bölge insanı dindar bir bakış açısını çok önemsemektedir.” (A. Gezer)

“Dinin dışında farklı ırkları bir arada bulundurmanın ekonomik çıkar birliğinden başka hiçbir dinamiği yok.” (F. Beşer)

“Güneydoğu’da yaşayan insanlarımızın dini hassasiyetlerinin oldukça yüksek olduğunu bilmekteyiz.” (A. Erbaş)

“Kürt kardeşlerimizin büyük çoğunluğu Müslüman ve dindardır. Bunların bilerek PKK’ye destek vermeleri mümkün değildir.” (H. Karaman)

Din/İslam elbette geçmişte ve günümüzde insanlar ve toplumlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde önemli bir unsurdur. Dinsel bilinç ve düşünüş, gelenek ve göreneklerle de birleşerek inanç ve maneviyatın yanında, toplumsal kültürün de bir parçası olmuştur. Hemen her toplumda değişen düzeylerde var olan bu özellik, Ortadoğu halklarında daha güçlüdür. Bu durum, egemen sınıflar tarafından dinin sürekli olarak istismar edilmesine de neden olmuştur. Siyasal, ulusal ve sınıfsal çıkarların, dinsel bir görünüme büründürülerek, dinsel biçimler altında sürdürülmesini sağlamıştır. Fakat bu çoğunlukla başarısız olmuş, birçok durumda çelişki ve çatışmaları daha fazla derinleştirmiştir. Politik sorunlara ancak, politik çözümler geliştirilebilir. Bunun dışındaki “çözüm” arayışları, kötü niyetli bir yaklaşımdan kaynaklanmadığı durumda dahi, çözüme hizmet etmezler. Siyasal sorunlar soyut ve genel yaklaşımlarla, duygusal ve dinsel motiflerle çözüme kavuşturulamaz.

Çözüm olarak sunulan din kardeşliği, Müslüman halkların yaşadığı coğrafyada hangi çağdaş sorunu çözebildi? Ulus ve ulusal sorunlara nasıl bir çözüm getirebildi? Her şeyin çok daha fazla dinsel olduğu geçmişte, eşitlik ve kardeşlik temelinde toplumsal düzenler niye kurulamadı? Öncelikle Arap kavmine “inmiş” bir din olarak İslam, din kardeşliğiyle niye Arap toplumlarını birleştiremiyor? Şüphesiz ki, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sınırlar emperyalistler tarafından “cetvelle çizilmiş”tir. Bu nedenle kimi bölünmelerin yapay olduğu söylenebilir. Fakat her şey bununla açıklanılabilir mi? Bu aynı zamanda burjuva gelişmenin derinleşmesiyle birlikte tarihsel, sosyolojik, kültürel ve toplumsal bakımdan her birinin farklı ulusal şekillenme süreci yaşadıklarını, “din kardeşliği” zemininin aşılarak birleştirici olma özelliğini kaybetmesiyle ve her egemen devletin, egemen sınıfın farklılaşan siyasal ve ulusal çıkarlarıyla ilgilidir. Müslüman kimlik halen çok önemli bir ortak duygu, bir ortak kimlik olsa da; belirleyici olan ortak dinsel payda değil sınıfsal, siyasal ve ulusal çıkarları olmuştur.

Bu yalnız Müslüman Arap halklarıyla ilgili bir durum değildir. Türki, Farsi, Hint, Slav, Cermen vb. bütün halklar için geçerlidir. Her biri Slav kavminin parçaları ve uzantıları olan çok sayıda Slav halkı, aynı Ortodoks kilisesine, yani dinsel/mezhepsel ortak paydaya da sahip olmalarına rağmen, farklı egemen devletler biçiminde yaşamaktadırlar. Din olarak Hristiyanlık ne “emperyalist Batı’da”, ne de diğer coğrafyalarda birleştirici bir unsur olabilmiştir. Farklılıklar ve siyasal çıkarları, değişen tarihsel koşulların zorlaması Katolik, Protestan, Ortodoks vb. mezhepsel parçalanmalar biçiminde devam etmiş; değişen koşullara ve siyasal ihtiyaçlara bağlı olarak din değişime uğramış; günümüz dünyasında da her ulus, kendi ulusal egemenlik bayrağı altında toplanmıştır. Ortaçağ’da dinsel motivasyonla yürütülen Haçlı seferlerinin ardında bile, yalın ekonomik ve siyasi çıkarlar vardır. Din/Hristiyan kardeşliği, ulusal bir sorun olarak ne Bask ve Katalan sorununu, ne de İrlanda sorununu çözebildi.

İslamcı teokratik bir rejim olan İran’da din kardeşliği ulusal sorunları çözebiliyor mu? İran İslam rejimi, Kürt, Azeri, Türkmen, Beluci Müslüman halklarına baskı yapmıyor mu? Afganistan’da Hikmetyar, daha sonra da Taliban İslami rejimleri Türkmen, Hazara, Kırgız vb. halkları üzerindeki ulusal baskıyı ortadan kaldırıp ulusal sorunları çözebildi mi? Her birinin nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan devletlerden Pakistan’da Peştunlar ve Beluciler, Cezayir ve Fas’ta Berberiler vb. üzerindeki baskıları da ortadan kaldırmamıştır İslam kardeşliği. Din/İslam hep egemen güçten/ulustan yana konumlanıyor, egemen ulusun/sınıfın çıkarlarıyla birleşiyor. “İslami çözümler” bakımından dikkate alınacak İran ve Afganistan örneklerinde ulusal sorun ve ulusal baskıların devam ediyor olması, İslamiyet’in egemen uluslar olan Acem ve Peştun ulusal çıkarlarıyla birleşmiş olmasındandır. Her ikisinin de yalnız İslami bir rejim değil, aynı zaman da ulusal devletler olmalarıyla ilgilidir.

Din kardeşliği bırakalım çok daha kapsamlı olan ulusal sorunları, din ve mezhep farklılıklarında nasıl bir çözüm gücü olabildi? Daha doğrusu niye çözemedi, eşitlik ve kardeşlik sağlayamadı? İslam’ın her bir yorumunun kendisini “yegâne doğru” ilan ettiği, diğer yorumları ‘batıl’, ‘din dışı’, ‘sapkınlık’ vb. gördüğüne göre; İslami çözümü tartışmadan önce, hangi İslam sorusuna cevap bulmak gerekiyor. Daha önemlisi de, İslamiyet’in ve Kur’an’ın toplumsal, sınıfsal ve cinsel eşitsizlikleri hoş gören, mutlaklaştıran özelliği ve eklektik yapısı, ulusal sorunlarda da eşitliğe dayalı “kardeşlik” çözümlerini geçersiz kılmaktadır.

İlahiyatçı M. E. Kılıç, “Doğu sorunu”nu salt askeri yöntemlerle çözülecek bir sorun olarak görmenin “büyük hata” olacağını söylerken, okura bir de metodoloji dersi veriyordu. “Mühendislik ilminin bir alt dalı olan askerlik bilimi sosyo-kültürel bir problemi çözmede kullanılacak bir araç olamaz. Bu yanlış bir metodolojidir. Bilim der ki; yanlış metotlarla doğru sonuca varılmaz.” demektedir.

Doğru söze ne denilebilir? Ancak bu doğru metodolojik bilgi takip edilebilir. Biz de aynı ‘metot’ yardımıyla soralım: Ulusal/siyasal bir sorun, inanç ve maneviyatla ilgili olan din/İslam aracılığıyla çözülebilir mi? Modern kapitalist topluma özgü bir sorun, kapitalizm/ulus öncesi dönemin kavram ve kriterleriyle çözülebilir mi? “Doğru metod” her sorunun ancak yaşandığı tarih koşullarında, o koşulların kavram, ölçüt ve gereklerine göre çözülebileceğini söylemektedir. Tarihsel olgulara, gerçeklere, değişen koşullara sırt çevirerek hiçbir sorun çözülemez. Siyasal bir soruna dinsel çözüm arayışları bir sonuç getirmez.

Demek ki, ulusal ve siyasal bir sorun olarak Kürt sorunu, askeri yöntemlerle çözülemeyeceği gibi, din aracılığıyla da çözülemez. Dini, çözüm diye topluma dayatmak, dini ancak siyasallaştırabilir, istismarına, dinsel duygu ve inançların sömürülmesine neden olabilir. Bu, dinin sömürgeciliğe alet edilmesinden başka bir şey değildir. En iyi halde, yöntem olarak ameliyatlık hastayı, şifa niyetine dualarla iyileştirmesi için Hoca’ya göndermektir.

Din adamları yine de, elbette Kürt ulusal sorununun çözümüne katkıda bulunabilirler. Sosyal- kültürel düzeyleriyle ilgilenebilirler, insani ve vicdani bir sorumluluk üstlenebilir, çözüme katkılarını bu yoldan örgütleyebilirler. Bu ancak, doğrunun, haklının ve adaletin yanında taraf olmakla mümkündür. Sömürgeci politikalara, inkar ve imhaya, asimilasyona karşı insani ve vicdani bir duruş sergileyerek; sorunun adil ve demokratik çözünme taraf ve destek olarak mümkündür.

“Din kardeşliği çözümü” iki ulus gerçekliğini ve bu iki ulusun tam hak eşitliğini esas alıyor mu? Kürtlerin ulusal, siyasal ve kültürel haklarını nasıl güvenceleyecek? Mevcut “üniter devlet yapısı” konusunda ne düşünülüyor? Tarihsel eşitsizliği, geri kalmışlığı nasıl giderecek, Kürtlere uygulanan zulümle yüzleşme cesareti var mı? Türklerle Kürtler, Özerk mi, Federal mi, Konfederal bir yapı içerisinde mi bir arada yaşayacaklar? İslami çözüm, dört ülke arasında paylaşılmış olan Kürdistan’ın ve bir kavim olarak Kürtlerin önce kendi aralarında ulusal ve siyasal birliğini sağlama isteklerini nasıl karşılar? Daha basit olarak anadilde eğitim konusunda ne yapacak? Nasıl bir barış projesine sahip? Kürtlerin meşru siyasal temsilcilerini muhatap alma konusunda ne düşünüyor? 80’lerden beri yapılan, yaşanan zulmün sorumlularının açığa çıkarılması ve yargılanması konusunda ne düşünüyor? Bunları bir insanlık suçu olarak lanetliyor mu? Daha “Kürd” ile, yaşanılan yer, yurt anlamına gelen “istan”ı bir arada ifade edemiyorlar. Bunun İslami mi, yoksa siyasi bir nedeni mi bulunuyor? İlahiyatçı Türk din adamlarının açıklamalarında bu sorulara cevap bulamıyoruz. “Din kardeşiyiz-Hepimiz Müslümanız” demek, bu soruların cevabı olamaz; bu sorunu yadsımak, görmezden gelmektir. Bu da mevcut statükonun, savaşın ve çözümsüzlüğün sürdürülmesi anlamına gelir.

“Din/İslam kardeşliği çözümü” kimi ilahiyatçılar ve İslamcılar için bile “çözüm” olarak görülmekten uzaktır. Kimisi bunu önemli görüp, yine de yetersizliğine dikkat çekerken; kimileri de, bu yetersizlikten hareketle siyasal karşılığını oluşturma arayışını yansıtıyor. Siyasal karşılığını oluşturma arayışı ise, Osmanlıcılığa ulaşıyor.

Bu yetersizliği H. Kırbaşoğlu, “İslam kardeşliği formülünü tek başına meseleyi çözmek için yeterli olabileceğini düşünmek çok da gerçekçi görünmemektedir.” diyor. Çözümü daha liberal bir yaklaşımla “Devletin bütün ideolojilerden arındırılarak tarafsız hale gelmesinde” ve “Resmi din kurumları aracılığıyla dinin kontrolünden vazgeçilmesinde” görüyor.

Profesör Kırbaşoğlu gibi, kimi liberallerin ve liberal İslamcıların dillendirdiği bu yaklaşımın ne kadar “çözüm” olacağı yazının kapsamının dışındadır. Yine de, devletin sınıflar üstü bir kurum olmadığını, “ideolojisizleştirme”nin de (liberal) bir ideoloji olduğunu; ayrıca iki ulus gerçekliği ve bu gerçekliğin siyasal düzeyi bakımından hiç bir şey ifade etmediğini belirtmekle yetinelim.

Yeni Şafak yazarlarından Akif Emre de 20 Ekim 2007 tarihli yazısında, din/İslam kardeşliğinin politik bir söyleme karşılık gelmediğini belirterek eleştiriyordu. “Bir zamanlar kardeştik, elbette Müslümanlık nedeniyle yine kardeşiz, söyleminden ileri geçmeyen bir duygusal yaklaşım en fazla Osmanlı romantizmine kadar ulaşabiliyor. (...) Buna karşılık her türlü kimlik talebini yok sayarak içi boşaltılmış ve neyin etrafında olduğu müphem bir ‘kardeşlik’ söyleminden ileri geçmeyen birlik söylemleri de politik bir söyleme karşılık gelmekten uzak kalıyor (...) Politik dil oluşturmadan yapılan kardeşlik çağrıları çok cılız ve statükodan yana olmayı hatırlatıyor.” diyor.

A. Emre elbette “içi boş” kardeşlik çağrılarını eleştirirken bunu, İslami çizgide bir politik stratejiye dönüştürme perspektifiyle yapıyor. Kimi siyasal İslamcılar da bu temelde arayışlarını sürdürüyorlar. İlahiyatçı din adamları ise, daha çok dinin ve kardeşlik sözünün sihiri üzerinden duygusal bir yaklaşımı örgütlüyorlar. Onların “statükodan yana” olmamak gibi de bir sorunları bulunmuyor. Tersine, “statükoyu” din/İslam üzerinden tahkim etmek gibi somut siyasal bir amaç taşıyorlar.

Din adamları ve ilahiyatçıların din kardeşliği söylemi, Kürt kimliği ile İslamcılığı yan yana getiren İslamcı bir politik perspektife de kapalı ve karşıdır. Elbette, politik bir strateji olarak da din/İslam ulusal sorunlara, somut olarak da Kürt ulusal sorununa çözüm çerçevesi ve zemini olamaz. Din/İslam ancak kendisini ulusal sorunun gereklerine uyarlayabilir. Fakat Türk din “uleması” açısından sorun İslami bir “çözüm” arayışında değildir. Sistem bölge halkının dindar yapısını kullanarak muhafazakar bir dindarlık örgütlemeye çalışıyor. Kürt halkının dini duygularını, ulusal bilinci ve hakları aleyhine istismar ediyor. Din adamlarını da bu doğrultuda kullanıyor, rollendiriyor. Dinsel kurum ve örgütlenmeleri, tarikatları bu yönde seferber ediyor.

Kavim, millet, ulus, Osmanlıcılık

A. Emre’nin sözünü ettiği kardeşlik söylemini, “Osmanlı romantizmine” dönüşen boyutuyla siyasal bir söylem olarak güncelleştirmeye çalışan ilahiyatçı din adamları da bulunuyor. Bunlardan H. Karaman; “Kimlik olarak ‘Müslüman Türk, Müslüman Kürt, Müslüman Gürcü’ olmak aynı zamanda ‘İslam ümmeti, Osmanlı, TC vatandaşlığı’ gibi bir bütünün parçası olmak mümkündür. (...) Kendini Türk hissetmeyene zorla Türk demek yerine, ‘din kardeşi - hepimiz Müslümanız’ demek birlik ve dirlik için daha uygundur.” diyor.

F. Beşer ise bu yaklaşımı daha somut olarak; “Biz Osmanlı’nın birleştirici özelliklerini bırakıp devletimize ‘ulus-devlet’ demişiz. Ulusun bir anlamı da millet. Ama millet dememişiz, çünkü milletin dini referansları var. O halde ulus sadece bir kavmi ifade ediyor olacak.” diye tanımlıyor. Ayrıca ABD’nin bile Osmanlı’yı incelediğini, Muhammed’in Medine’de Evs ve Hazre kabilelerini din kardeşliği ile barıştırdığını anlatıyor.

Karaman’ın sözünü ettiği “bütün”ü tanımlayan unsur nedir, “parça” kimdir? Avrupa’daki uluslaşmadan daha geç de olsa, bu burjuva gelişmenin feodal Osmanlı üzerinde bir etkisi, bilhassa 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’nın ulusal bir tanımlayanı yok mudur gerçekten? Ya da “Hepimiz Müslümanız, aynı ümmetteniz” demek, ulusal aidiyet bakımından nötr bir durumu mu tanımlıyor; yoksa ‘parça’ları oluşturanlardan birinin, yani egemen olanın ‘bütünü’ belirlediği bir duruma mı tekabül ediyor? Bu ‘bütün-parça’ ilişkisinin siyasal formu ne olacak? ‘Parça’lar haklarını ve özgürlüklerini nasıl koruyacaklar? Diyelim ki ‘İslam birliği’ çatısı altında, Kürtlerin bu çatıya katılmama hakları veya istediklerinde ayrılma hakları olacak mı? Bu haklara sahip olmadan sağlanan ‘birlik’in, gönüllü bir birlik olduğu söylenebilir mi? Bütün ‘birlik’ler fetih ve savaşlarla boyun eğdirerek sağlanmadı mı? “Dar-ül İslam” coğrafyasındaki parçalanmışlığı ve egemenlik mücadelelerini neyle açıklayacağız? “İslam dışı” demek yeterli mi? Eğer öyleyse, İslamiyet tarihi, “asr-ı saadet” dahil sürekli bir “İslam dışılık” olarak tanımlanmış olmuyor mu?

Osmanlı’yı ele alalım. Elbette Osmanlı, bütün imparatorluklar gibi, kozmopolit, heterojen bir ideolojiye sahiptir. Egemen olan gücünü koruduğu sürece ‘parça’ları bir arada tutabiliyor. Osmanlılar en geniş sınırlarıyla ‘birlik’i sağlarken en çok kimlerle savaştılar? İslam coğrafyasında fetih ve savaşlarla ‘birlik’ kurmadılar mı? Halifeliğin Osmanlı’ya taşınması bile bir fetih savaşıyla olmadı mı?

Demek ki, aynı ümmete mensup olmak gönüllü ve adil birlikler için yetmiyor. İslam Birliği her durumda zoraki bir birliktir. Kim daha güçlü ise birlik onun çatısı altında sağlanabiliyor. Ve bunun içinde “ümmet”in farklı parçalarının sürekli olarak birbirleriyle savaşmaları gerekiyor. Zoraki sağlanan birliklerde ancak geçici olarak ve zorla ayakta tutulabilirler.

F. Beşer ise sorunu ‘ulus-devlet’te görerek, Osmanlıcılık fikrini ve buna bağlı millet/ümmet ilişkilerini daha somut olarak kuruyor. Fakat Beşer’de bütün kavramlar kendi özgün ve tarih içeriklerinden soyutlanarak tercihi bir subjektivizme indirgeniyor. O, ‘kabile’lerin barıştırılmasında kullanılan yöntemi, uluslar arasındaki ilişkiler için referans verebiliyor. Ulus, ulus-devlet yerine, millet denildiğinde durumun değişeceğini savlıyor. Yine kavim ve ulusu eşitliyor.

İslami söylemde, Kur’an ve Hadislerde yer alan kavim, elbette ulus değildir. Etnik/ırki köken/ tanımlama anlamında ulus öncesi bir tanımlama olarak, ulusa öngelmektedir. İslamcıların birliğin temeli olarak gördükleri ümmet ise, aynı dine/peygambere inanan insanlar/toplumlar anlamındadır. Ulusun yerine ikame edilebilir, ne de yerini doldurabilir. Onların dilinde ‘millet’, ulustan ayrı olarak, dinsel ümmet kavramıyla bir bağı kurulsa da, daha çok kavmi bir anlam taşıyor.

Bu nedenle Beşer’in söylemiyle ulus yerine millet demek hiçbir şeyi çözmez. Tıpkı ümmet gibi egemen Türk ulusu gerçeğini gizleyen ve diğer ulusları da egemen ulus içerisinde eriten bir anlam taşır.

Din adamları ve ilahiyatçılar ulusçuluğu reddediyorlar. Ulusalcı olup olmamak ideolojik bir tercih konusudur elbette. Fakat aynı şey nesnel ekonomik ve toplumsal bir gelişimin sonucu olan ulus için de geçerli görülebilir mi?

İslamcılar diyalektiğe ve tarihsel materyalizme inanmıyorlar. Evet, ama tarih ve toplumsal gelişme niyet ve ideolojilerle değil, nesnel materyalist bir tarzda ilerliyor. Ulus, bir tasarım, “Batı” ya da “Doğu” icadı veya ulusçu/milliyetçi ideolojinin yarattığı bir olgu değildir. Bunun tersi doğrudur: Yani ulus olgusunun doğuşu, ulusçuluğu/milliyetçiliği ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkmış tarihsel bir olgu olarak ulus; belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, aynı dili konuşan, ortak bir tarihsel ve ruhi şekillenmeye sahip, iktisadi yaşantı birliği içerisinde olan, tarihsel olarak oluşmuş istikrarlı insan topluluklarıdır. Ulus-devlete giden yolu açan, ulusların ortaya çıkmasıdır. Ulusalcılık ve milliyetçilik burjuva sınıfın ideolojisidir. Burjuvazi, milliyetçilikle kendi sınıf çıkarlarını genelleştirerek bütün ulusun çıkarları olarak gösterme imkanı bulur.

Kapitalist ilişkilerin geliştiği her yerde ulusçuluk/milliyetçilik kaçınılmaz olarak gelişiyor. Öncelikle Batı Avrupa’da hemen her ulus, kendi ulus devletini kuruyor. Kapitalist ilişkilerin girdiği her yerde benzer gelişme süreçleri yaşanıyor. Uluslar ve halklar hapishanesi biçimindeki imparatorluklar parçalanıyor, ulusal devletlerini örgütlemek için ulusal kurtuluş mücadeleleri gelişiyor ve imparatorlukların bakiyesi çok sayıda ulus-devlet açığa çıkıyor. Osmanlı’da bu süreç öncelikle kapitalist ilişkilerin daha erken girdiği Avrupa’daki topraklarında yaşanıyor. Daha sonra ise Anadolu’da, Arabistan’da ve diğer topraklarda. Ulusal bilinç, ulus öncesi din, mezhep, teba vb. bütün bağları çözüp aşarak, kendisine tabi kılıyor. Osmanlı gibi, zamandaşı diğer imparatorluklar da aynı akıbetle tarih sahnesinden gürültülü bir şekilde çekiliyorlar. Osmanlı’da da gerek parçalanmaların, gerekse ulusçuluğun etkisiyle, egemen ulus milliyetçiliği biçiminde Türk milliyetçiliği gelişiyor. Geç geliştiği ve egemen ulusun çıkarlarını gözettiği için de, Osmanlıcılık, İslamcılık konaklarından geçerek hızla ırkçı şoven Türkçülüğe dönüşüyor.

Örneğin İslamcılığın/Pan-İslamizmin öncüsü Abdulhamid; “Yabancı dinden olanları bir kıymık gibi kendi etimize kendimiz soktuğumuz devirler geçti. Devletimiz sınırları dahilinde ancak kendi milletimizden olanları ve bizimle aynı dini inancı paylaşanları kabul edebiliriz. Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsuru kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır.” diyor. (Aktaran N. Kutlay) Abdulhamid’in İslamcılığı, egemen ulus milliyetçiliği biçiminde Türk milliyetçiliği ile iç içedir. İslam, ümmetçilik ve din kardeşliği diğer Müslüman halkları egemenlik altında tutmanın, “yoğurup kendimize maletme”nin, yani asimilasyonun aracı olarak kullanılıyor. Abdulhamid niye “Türk unsurunu kuvvetlendirmeye”, diğer Müslüman halkları “yoğurup” Türkleştirmeye çalışıyor? Bu, Karaman’ın ve diğer din adamlarının Osmanlıcılık, “din/İslam kardeşliği” ekseninde kurdukları bütün-parça ilişkisinin tipik bir gerçekliğidir. İslamcılık ve din kardeşliği asimilasyonun din aracılığıyla sürdürülmesi anlamına geliyor.

Abdulhamid’in İslamcılığının bir adım sonrasında ittihatçı Türkçülüğe dönüşmesi bu nedenledir. Fakat İslamcılık, din kardeşliği ne Müslüman Arnavutların, ne de Müslüman Arapların ulusal bağımsızlık yönelimini ve ayrılmalarını engelleyemedi. Onlar da tıpkı gayri­müslim halklar gibi kendi devletlerini kurma yolunu seçtiler. Demek ki, ümmet bilinci, ulusal bilincin önüne geçemiyor. Ulusal talepleri ortadan kaldıramıyor. En fazlasından dinsel bilinçle ulusal bilinç iç içe geçerek din, ulusal motivasyonunun destekleyici bir unsuruna dönüşüyor. “Ortadoğu’da milliyetçi hareketlerle İslamcı hareketler örtüştükleri için hangisinin diğerinin dışa yansıması olduğunu söylemek zor.”(Genler) Ulusal mücadelenin bazen dinsel bir ideoloji altında yürütülmesi bu nedenle yanıltıcı olmamalıdır.

Türk milliyetçiliği de İslamcılık’tan hiçbir zaman bağımsız olmadı. Milliyetçilik, egemen ulus şovenizmine dönüştüğü için inkarcı, asimilasyoncu bir nitelik taşıdı. İslamcılık Türk milliyetçiliğinin dayanaklarından biri olarak Türk-İslam sentezine/Türk İslamcılığına dönüştü. Türk burjuvazisi ve egemen sınıfları, Kürt halkı ve diğer ezilen halklarla ilişkisini Türk İslamcılığının bazen tekçi/ulusçu yönünü, bazen de İslamcı yönünü ön plana çıkararak yürüttü.

Bugün de egemen sınıflar, Kürtleri eski biçimiyle yönetmenin artık imkansız hale geldiği, inkara dayalı resmi ideolojinin çöktüğü koşullarda, bir kez daha İslamcılığı yardıma çağırıyor. Resmi ideoloji ve sömürgeci statükoyu, İslamcılıkla, din kardeşliği bağıyla tahkim ederek, ideolojik, politik hegemonyasını ve egemenliğini sürdürmeye çalışıyor. Din/İslam kardeşliği sömürüsü, statükoyu sürdürebilmenin yumuşak zemini ve egemenlerin bir sığınağıdır. Sistem yanlısı Türk din adamları, ilahiyatçılar bu eski paradigmayı güncelleştirerek savunuyorlar.

Bu yönelim geçmişte olduğu gibi günümüzde de başarısızla sonuçlanacaktır. Kürt halkının ulusal demokratik uyanışı ve mücadelesi, sömürgeci statükonun bu alternatif biçimini de boşa çıkaracaktır.

*Devlet Kürtçe eğitime katı yasakçı tutumunu sürdürürken, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Kürtçe ibadet”e ve “Kürtçe Kur’an’a” izin vermiş olması burada bir not olarak kaydedilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı, 18 Mayıs 2002 tarihinde İstanbul'da yapılan Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı'yla birlikte “anadilde ibadete” izin verdi. Diyanet'in kararında, sure ve ayetlerin Arapça okunacağı ancak meal ve yorumlarının anadilde yapılabileceği belirtildi. Bu çerçevede Kürtçe Kuran-ı Kerim'e de izin verildi.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi