Burjuva İdeolojinin İflası

Kapitalist dünya ekonomisini çatırdatan 2008’in o büyük krizi sırasında, en has burjuva iktisatçıların, hatta holding patronlarının bile “Marx haklı çıktı” demelerini neye yormalıyız? Peki ya, 1970’lerin sonlarından itibaren serbest piyasayı neredeyse allah katına yükseltenlerin ve devletin piyasaya müdahalesinden söz etmeyi şirk koşmak sayanların, şimdi krize ve iflasa devlet müdahalesinin bayraktarlığına soyunmalarını?

Marx şöyle demişti: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”[1]

Toplumun egemen maddi ilişkileri, yani ekonomik temeli derinlemesine bir krize girdiğinde, onun üstyapısını oluşturan hukuk, siyaset, din, sanat ya da felsefe, yani insanların toplumsal varlıklarını ve ilişkilerini kendi bilinçlerinde anlamlandırdıkları ideolojik biçimler de altüst oluş sürecine girerler.

Son sınıflı ve sömürücü toplumsal formasyon olan kapitalizmin varoluşsal krizi, toplumun ekonomik, politik ve ideolojik tüm boyutlarıyla baştan aşağıya ölümcül bir krize tutulmasıdır. Burjuva ideolojik he gemonyanın çözülmesi ve toplumsal üstyapının gitgide kaotik bir hal alması, bu krizin başlıca bir katmanıdır.

Bu katmandaki analizimize, Gramsci’nin defterlerinde kısa bir gezinti yaparak ve oradaki belirleyici bir kavramı ödünç alarak başlayalım.

Burjuva İdeolojik Hegemonya

Burjuvazi hem tahakküm ama hem de hegemonya yoluyla egemenliğini sürdürür. Gramsci bu gerçeği, egemenliğin zor kullanmakla özdeş olduğunu, yönetmeninse rızayı gerektirdiğini açıklayarak vurgular. Tahakküm zor kullanımıyken, hegemonya rıza üretimidir. Zor kullanımı, yani diktatorya silahlı baskı aygıtlarında, rıza üretimi, yani hegemonya ise ideolojik aygıtlarda somutlaşır. Daha tam bir ifadeyle, hegemonya, egemen sınıfın ezilen sınıflar üzerindeki iktidarını, esasen onların rızasına dayalı olarak sürdürebilme kapasitesidir.

Burjuvazinin egemen sınıf konumuna yükselmesi ve sınıfsal egemenliğini pekiştirmesi, onun kendi sınıf çıkarını evrenselleştirebilmesine ve tüm toplumun çıkarıyla özdeşleştirerek sunabilmesine bağlı olarak gerçekleşir. Zira modern tarihte yönetmeye soyunan sınıf, tüm toplumu yönetme kudreti ve yeteneğinde olduğuna, kendi çıkarını tüm toplumun çıkarı olarak gerçekleştirdiğine diğer sınıfları inandırabilmelidir. Bu, iktisadimaddi gücü elinde toplayan ve toplumu yönetmeye soyunan sınıfın hegemonik duruma gelmesi demektir.

Toplumda bireysel çıkar, bireylerden soyutlanmış genel sınıfsal çıkarın tikel görünümüdür. Burjuva bireyin çıkarı, dolayısıyla onun kişiliğinden bağımsız olarak, burjuva sınıfın genel çıkarının nesnel dışavurumudur. Fakat bu genel sınıfsal çıkar ideolojik düzlemde toplumun bütününün çıkarı olarak kurgulandığında, toplumun tüm üyelerinin bu genel sınıfsal çıkara bağlanarak nesneleştirilmeleri gerekir. İşçi sermayeyi, yani parayı üretendir, ama onun işgücü kendi ürettiği parayla satın alınır. Para işçiye hükmeder ve kişileşir. Kendi emeğine yabancılaşmış işçi ise üretim aracının uzantısına, paranın satın aldığı işgücü nesnesine dönüşerek şeyleşir. Bu durumda işçinin bireysel çıkarı, kendiliğinden, işçi sınıfının genel çıkarının tikel ifadesi olarak tezahür etmez. Kurgulanmış genel toplumsal çıkarın cisimleşmiş odağı olan para özneleşirken, işçi nesneleşmiştir. İşçi sınıfını oluşturan bireyler, böylelikle, aslında sınıfsal karşıtının bakış açısını benimsemiş olan bir yığın teşkil ederler.

Hegemonik burjuva ideolojisi, egemen sınıf fikir ve değerlerini toplumun bütün fertlerinin bilincine eker. İdeolojik hegemonya altındaki insanlar, toplumsal olayları öğretilmiş bir bakış açısıyla değerlendirirler. Kendi öz bilinçleri saydıkları bu bakış açısı, onlar için, Gramsci’nin tabiriyle, ortakduyudur ve doğaldır. Burada ortakduyu, egemen burjuva sınıf felsefesinin, çeşitli basitleştirmelerin süzgecinden geçerek, toplumun yerleşikleşmiş davranış kalıpları, değer yargıları, ahlak normları, inanç biçimleri olarak, ortalama yığınların felsefesine dönüşmüş halidir. Ortakduyunun çerçevelediği sınırlarda düşünen ezilen insanlar, ortakduyuya dönüştürülmüş egemen sınıf düşünüşünün taşıyıcıları, böylelikle mevcut toplumsal ilişkilerin yeniden üreticileri olurlar. Bu toplumsal ilişkileri sorgulama ve giderek değiştirme yönelimi, örneğin asalak bir azınlığın sınırsız zenginliğine karşılık engin çoğunluğun artan yoksulluğunun hiç de doğal olmadığı ve mutlaka değiştirilmesi gerektiği düşüncesi ve iradesinin uyanması, ancak ortakduyunun, bu yabancılaşmış bilincin çatırdamasıyla gerçekten kitleselleşebilir.

Marx ve Engels’in şu sözleri, tam da bu durumu anlatır: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”[2] Burjuvazinin damgasını taşıyan hukuk, sanat, din, felsefe, siyaset işçi sınıfı ve ezilenleri burjuva dünya görüşüne bağlamakta işlevseldir. Zihinsel üretim araçları da okul, akademi, aile, medya, kilise ve cami, hukuk, parti, sendika ve dernek, thinktank kuruluşu, tiyatro ve sinema gibi geniş bir yelpazeden ideolojik aygıtlardır.

Hegemonya, diktatoryayı arka plana itip gizler. Dahası, ordu, polis, yargı ve hapishane gibi zorlama aygıtlarının meşruluğu düşüncesini, örneğin siyasi amaçla silah kullanma tekelinin sadece devlete ait olduğu inancını üreterek ezilen sınıflara kabul ettirir. Böylece ezilen sınıflar, iktidara rıza göstermeyip devlet zorunun hedefi olanların zaten bunu hak ettiklerine ikna edilir, böylece ideolojik olarak silasızlandırılır.

Gramsci’nin söylediği gibi devlet, yönetici sınıfın, yalnızca egemenliğini kurup koruyan değil, ama aynı zamanda, yönetimi altında tuttuklarının rızasını da üreten pratik ve zihinsel işlevlerin bir bütünlüğüdür, “zorlamayla güçlendirilmiş hegemonyadır”.[3] Devlet, kendisini toplumun üzerinde duran, tüm sınıfların çıkarlarını gözetip dengede tutan ve toplumsal çatışmaları tarafsızca denetleyen bir varlık olarak gösterebildiği oranda, bizzat bir hegemonya üretim kaynağıdır. Burjuva parlamenter sisteme gönüllü katılımları, ezilen sınıflar üzerindeki ideolojik hegemonyanın belki birincil biçimidir. Dolayısıyla, burjuva demokrasisinin kendisi başlı başına bir ideolojik faktördür. Hatta burjuva ordu bile, sadece askeri bir örgüt olarak değil, hakim ideolojiyi yayan bir aygıt olarak da etkindir.

Altyapı ile üstyapı arasındaki organik bağlantıyı aydınlar tabakası sağlar. Aydınlar, toplumsal bütünlüğün ideolojik ve siyasal kimliğini meydana getiren düşünceleri ve kurumları inşa ederler, egemen sınıfın hem ideolojik hegemonya hem de siyasal yönetim işlevlerini yerine getirirler. Politikacılar, din görevlileri, öğretmenler, gazeteciler, televizyoncular, sanatçılar, edebiyatçılar, akademisyenler, felsefeciler bu aydınlar tabakasını oluştururlar. Kısacası organik aydınlar, kendi sınıflarının kolektif bilincini kurarlar, sınıflarının ideolojisini toplumsal, ekonomik ve politik düzlemlerde işlerler. Egemen sınıfın dünya görüşü, onun memurları fonksiyonunda olan organik aydınları tarafından tüm topluma yayılır, ortalama insanların ortakduyusu haline getirilir.

Burjuva düzende devamlı zora dayanan bir toplumsal bütünlük, iktisadi ve siyasi bakımdan uzun vadede sürdürülebilir değildir. Çünkü sermaye, özgür sermaye sahibi ile özgür işgücü sahibi arasındaki iktisadi ilişkiyle üretilir. Bu, hukuken özgür ve eşit bireyler arasındaki bir ticari sözleşmedir ve kapitalist üretim tarzını sömürüye dayalı diğer sınıflı toplumlardan ayırt eden başlıca unsurlardan biridir. Burjuva devlet de, tek tek eşit ve özgür yurttaşlardan oluşan bütün nüfusu biçimselhukuksal bakımdan eşit temsil etme iddiasındadır. Elbette aslında sermaye sınıfına ait olan bu genel normların tüm taraflarca kabulü olmaksızın, sermaye ilişkisinin yeniden üretimi de söz konusu olamaz. Burjuva ideolojik hegemonya, emekçi çoğunluğun bu burjuva normları gönüllü kabulünü sağlar. Ama hegemonya bir kez kuruldu mu, gönüllü itaatin ebediyen sağlanması güvencelenmiş olmaz. Toplumsal çelişkiler ve çatışkılar süreğen olduğuna göre, sermaye sınıfının emekçi sınıfların düşünce ve duygularına nüfuz etmek için sürekli bir ideolojik bombardımana ihtiyacı vardır. Dolayısıyla hegemonyanın da durmaksızın yeniden ve yeniden üretilmesi gerekir.

Hegemonyanın sürdürülmesi için, egemen sınıfın kendi sınıfsal çıkarının ötesinde sanki tüm toplumun çıkarını temsil ediyormuş yanılsaması yaratmasını sağlayacak maddi manevralar yapması, tavizler vermesi şarttır. Burjuvazinin, eğer toplumsal rızanın devamlılığını sağlayacaksa, hegemonya altında bulunan ezilen sınıfların temel taleplerini, belirli bir uzlaşı dengesini koruyup yeniden üretecek şekilde, dikkate alması gerekir. Çünkü emekçiler ve ezilenler, ancak mevcut toplumsal düzen içinde bazı istem ve özlemlerine karşılık buldukları, daha müreffeh yaşama umudunu canlı tuttukları, hiç değilse çocuklarına daha iyi bir gelecek bırakma ümidini korudukları zaman, egemen sınıf iktidarına rıza verirler. İşçi sınıfı ve ezilenlerin çeşitli tipten hareketlerinin, sendikaların ve kitle örgütlerinin, doğrudan halk kitlelerinin hiçbir talep ve beklentisi karşılanmaksızın, ezilen sınıflarda egemene rızanın devam edeceği düşünülemez. Burjuvazinin taviz kapasitesine sahip olması, işçi sınıfı mücadelesini ekonomik alanla sınırlama, ezilen sınıfların tepkisini reformla yatıştırma, burjuva ideolojik hegemonyanın çözülmesini ve böylece kapitalist düzenin kendisinin tehlikeye düşmesini önleme yeteneği sergileyebilmesidir.

Gramsci’nin kavramlaştırmasıyla organik bunalım, bir toplum biçiminin bütün boyutlarını etkisi altına alan genel nitelikte bir krizdir. Derin tarihseltoplumsal köklere sahip olmayan konjonktürel krizlerden farklı olarak, organik bunalım, yapıyla üstyapı arasında bir kopuş uğrağıdır.

Kendi varoluşunu eskisi gibi üretemeyen burjuvazi, diğer toplumsal sınıfları yönetme gücünü ve meşruluğunu da yitirir. Üstyapı kurumlarında ideolojik çatlamalar ve kırılmalar ortaya çıkar. Geleneksel burjuva temsil mekanizması, burjuva parlamento ve ana akım burjuva siyasi partiler inandırıcılık erozyonuna ve dolayısıyla işlev kaybına uğrarlar. Ezilen sınıflar artık ana akım burjuva partileri kendi temsilcileri olarak görmemeye başlarlar. Burjuva siyaset düzeni eskisi gibi yapılanamaz olur, temsil krizi baş gösterir. Tüm üstyapı kurumlarında, ideolojik aygıtlarda birbirini etkileyen çürüme ve çözülme örnekleri yayılır. Ezilen sınıflar önceden görülmemiş bir bağımsız hareketliliğe yönelirler.

Toplumun yapısındaki onulmaz çelişkilerin olgunlaşması ve gün yüzüne çıkmasıyla karakterize olan organik bunalım, aynı zamanda bir hegemonya krizi olarak tezahür eder. Burjuva meşruiyet ve otorite, toplumun bütününe mal edilmiş burjuva inanç sistemi krizdedir. Ezilen sınıfların egemen sınıf iktidarına rızası yeniden üretilemez olur. Üstyapıda patlayan çelişkilerin ve gelişen çözülmelerin toplumsal temeli, ekonomik yapıdaki çelişkiler ve krizlerdir. Egemen sınıfın, egemenliğinin maddi dayanağı olan üretim ilişkileri krize saplandıkça, zihinsel üretim araçları üzerindeki egemenliği de sarsılır. İdeolojik aygıtların, eskisi gibi ezilen sınıfları egemen sınıfın çıkarına tabi kılmaktaki gücü erir. Zorlama aygıtlarının etkinliği ve diktatorya yöntemleri öne geçer. İdeolojik hegemonyanın çözülmesi, sadece ezilen sınıfların egemen sınıfın ideolojik yörüngesi dışına çıkmalarını değil, aynı zamanda aydınların büyüyen bir bölümünün de egemen sınıfa bağlılıktan ayrılmasını getirir. Dahası, egemen sınıfın kendi içindeki ideolojik bütünlük de parçalanır, uyuşmazlıklar yayılıp derinleşir.

Gramsci’nin vurgularıyla, egemen sınıfın bir konsensüs halini yitirmiş ve artık yönetici değil de sadece egemen konumda bulunuyor olmasının, yani salt zorlama özelliğine dayanmasının anlamı, büyük kitlelerin geleneksel ideolojilere artık inanmadıkları ve onların etkisinden koptuklarıdır.[4] Buna göre, ideolojik düzlemde burjuva hegemonyanın çözülüşü, politik düzlemde egemenlerin artık eskisi gibi yönetemedikleri ve ezilenlerin de artık eskisi gibi yönetilmek istemedikleri devrimci durum oluşumunun bir soyutlamasıdır.

Burjuvazi, kuşkusuz, ilk fırsatta düzen karşıtı siyasi odakları ezip dağıtmayı hedefler. Yine de, ezilen sınıfları yeniden düzene bağlayacak maddi taviz ve manevralar şarttır. Egemen sınıf program değişikliğine giderek ve ezilen sınıflara çeşitli ödünler vererek ideolojik ve siyasi kontrolü tekrar ele almaya, hegemonya krizini aşmaya çalışır. Halkı etkileme gücü tükenen ana akım burjuva partilerin tek bir bayrak altında birleşmeleriyle veya ilerici ve gerici güçlerden birinin diğerine üstünlük sağlayamadığı bir anda genellikle karizmatik bir liderde simgeleşen üçüncü bir gücün devreye girip iktidarı almasıyla, bunalıma çare aranır.

Sermaye ilişkilerinin genişletilmiş yeniden üretimini sağlama ve kapitalizmi üretici güçlerin gelişim yolunu yeniden açacak biçimlerde yapılandırma imkanlarının henüz var olduğu yerde, tüm ezilenleri etrafında birleştiren işçi sınıfı da devrimci karşı-hegemonyanın sınıfsal öznesi olarak siyasi iktidarı alacak bir güce ulaşamadığında, burjuvazi organik bunalımdan sıyrılacak ve ideolojik hegemonyasını yeniden tesis edecektir.

Fakat hegemonyanın olduğu yerde mutlaka karşı-hegemonya imkanları da bulunur. Çünkü görüldüğü gibi, hegemonya ancak bir ideolojik mücadele ilişkisi dahilinde tanımlanabilir. İdeolojik mücadele ise sınıflar savaşımının toplumsal bilinç cephesinde sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Organik bunalım, burjuva ideolojik hegemonyanın çözülmeye uğradığı ve bir hegemonya krizinin ortaya çıktığı moment olduğundan, böylesi dönemlerde karşı-hegemonyanın oluşup genişlemesinin imkanları her zamankinden fazladır.

Hegemonya Krizi

Günümüz emperyalist küreselleşme koşullarında kronik yığınsal işsizlik, mutlak yoksullaşma ve açlık, savaş ve göç, dünya nüfusunun gitgide artan bir bölümünü toplumsal olarak dışlayıcı sonuçlar yaratıyor. Dışlanmışlar ve lanetlenmişler yığını, sermaye ilişkilerinin bu posası durmaksızın büyüyor. Sermayenin toplumsal üretici güçleri daha fazla geliştirme yeteneğini yitirmesinin söz konusu sonuçları, onun varoluşsal bir ideolojik hegemonya krizine yakalanmasının da dayanakları oluyor.

Marx ve Engels’in deyişiyle, “Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.”[5] Egemen maddi ilişkilerin varoluşsal krizinden, egemen düşüncelerin de varoluşsal krizi türüyor.

Tarih sahnesine bütün insanlığın evrensel çıkarlarının sözcüsü olma iddiasıyla çıkmış olan burjuvazi, artık kendi sınıf çıkarını bütün insanlığın evrensel çıkarlarıyla özdeş gösterecek bir ideolojik ambalajlama kapasitesi ortaya koyamıyor. Varoluş krizine tutulmuş sermaye, işçi sınıfı ve ezilenler nezdinde meşruiyet yitimine uğramakla kalmıyor, burjuvazi için bile genel bir yön birliği, bir düşünsel açıklık, bir ideolojik bütünleşme temin etmekte olağanüstü zorlanıyor. Dolayısıyla, burjuva aydınlar tabakasından bile antikapitalist söylemli ideolojik itirazlar yükselebiliyor.

Bir yanda kronik aşırı sermaye fazlalığı, öte yanda kronik aşırı emek fazlalığı. Sermaye fazlası ile işgücü fazlası buluşamıyor, sermaye üretimi kendini genişletmekten gitgide aciz hale geliyor. Karşıtların birliği çatlıyor, emek ve sermaye birbirinin varlık koşulu olmaktan çıkıyor. Birbiriyle sürekli çelişki halinde olan ve ama ortak varoluş koşullarını karşılıklı olarak üreten emek ve sermaye, gelinen noktada birbirinden bağımsızlaşıyor, varoluş bağlantıları nesnel olarak kopuyor. Ve böyle olduğu içindir ki, sermaye kendi karşıtını ideolojik olarak kendine bağlamanın koşullarından da yoksun kalmış oluyor. Zirvesinde olan paranın krallığı, yaratıcısı olan emeği şimdi kendi saltanatının dışına kusuyor.

Dünya tekelleri bugün artık o kadar büyük bir sermaye gücünü elde tutuyorlar ki, krize girenlerin iflası demek, bütün bir kapitalist ekonominin bu iflas enkazının altında kalması demek. Dolayısıyla, emperyalist küreselleşmenin ideolojik dogmaları olarak parlatılmış olan serbest piyasanın müstesnalığı, özel teşebbüsün dokunulmazlığı ve devlet müdahalesinin zararlılığı argümanları, 2008’de birden bire çöpe atılıverdi. İflaslara devlet müdahalesi oldu olmasına, fakat burjuva ideologlar çöpe atılan ideolojik argümanların yerine yeni hegemonik düşünceler geliştirmeyi artık başaramıyorlar.

Emekçinin, güncel çelişkilerin en keskinleştiği zamanlarda dahi, kendisi ve çocukları için daha iyi yaşam koşulları umudunun henüz tükenmemiş olduğu yerde, burjuva ideolojik hegemonyanın yeniden üretimi olanaklı demektir. Fakat bu umut bugün tükeniyor. Ebeveynlerinden daha iyi eğitim alan ve daha yüksek kültür seviyesinde yetişen yeni kuşaklar, onlara kıyasla daha iyi işlere ve daha yüksek gelirlere ulaşamıyor. Toplumsal üretici güçlerin gelişkinliği toplumun maddi ve kültürel refah düzeyini bunca yükseltmişken, nüfusun gitgide büyüyen emekçi çoğunluğu bu refahın meyvelerinden daha da yararlanamaz hale geliyor.

Burjuva devlet, toplumsal hizmetlerin parasız sağlanması fonksiyonundan ve ekonomik aktörlükten çekildikçe, bir daha karşılaşmamak üzere “refah devleti” ile vedalaştıkça, iktisadi bakımdan iç pazarda cisimleşen ulusal temelini de yitirdikçe, sosyal kabuğunu iyice soyup atmış oluyor. Bugünün burjuva devleti, ezilen sınıfların karşısına egemen sınıfın çıplak zor ve haraç aygıtı olarak çıkıyor. Artık o, ulusal çıkar birliği aldatmacasını da, bedelsiz toplumsal hizmetleri üstlenmekten gelen kamusallık yanılsamasını üretemez hale geliyor. Toplumda başlıca ideolojik yapıştırıcı olma işlevini kaybediyor. Burjuva devlet halka böylesine yabancılaştıkça, devlethalk çelişkisi aynı oranda keskinleşiyor.

Gerek sağ muhafazakar gerekse sosyal demokrat tabelalı ana akım burjuva partilerin aynı emperyalist küreselleşme programında birleşmiş olmaları, onların ezilen sınıflar nezdinde inandırıcılıklarını yiyip bitiriyor. Parlamenter burjuva demokrasisine katılımın özgürlükle eşanlamlı olmadığı bilinci her geçen gün yayılıyor. Ama burjuva temsil krizi sadece buradan değil, aynı zamanda burjuva devletin bir avuç dünya tekelinin kontrolüne geçmesi ve sermayenin kolektif yönetim organı işlevini dahi neredeyse tümüyle yitirmesinden de kaynaklanıyor.

Fişleme, kamerayla izleme, telefonların, sosyal medyanın ve emaillerin denetimi, göçmenlere karşı tedbirler, gözaltı süresini uzatma, olağanüstü halin sıradanlaşması, seyahat serbestliğinin kısıtlanması, hak talepli gösterilere polis saldırılarının gündelikleşmesi, burjuva devletin emperyalist küreselleşme dönemindeki siyaset güzergahının kısa özetidir. Burjuva demokratik yasa ve normlar budanıyor, burjuva parlamentoların siyasi rolü azalıyor. Ve bu biçimlerde devlet, ezilen sınıfların karşısında egemen sınıfın salt bir bekçisi olarak boy gösterdiğinde, ideolojik meşruiyetini, parlamenter temsil cazibesini, toplumsal bakımdan gerekli bir organizasyon olduğuna inancı kendi eliyle çökertiyor. Paradoks şu ki, burjuva egemenliğin devamı için, rıza üretme imkanlarının azalmasıyla açığa çıkan boşluk ancak tahakküm pratiklerinin artmasıyla doldurulabiliyor, ve ama bu pratiklerin toplamı da burjuva devletin hegemonya aygıtı rolünü iyiden iyiye kötürümleştiriyor.

Devlet bürokrasisi, toplumun ekonomik yapısı ile ideolojiksiyasi üstyapısı arasındaki dolayımı sağlayan bir tabakadır. Bürokrasi bileşiminin devşirildiği toplumsal sınıf ve katmanlar ne kadar çeşitliyse, devletin ezilen sınıfları temsil etme iddiası o kadar inandırıcıdır. Burjuvazi başlıca bürokrat kadrolarını çoğunlukla orta sınıftan devşirdiğinde, bu, bilhassa orta sınıfın egemen sınıf devletine ideolojik ve siyasi olarak eklemlenmesine katkı sunar. Fakat bugün bu devşirme azaldıkça ve devlet yöneticileri gitgide artan oranda doğrudan sermaye tekellerinin yöneticilerinden müteşekkil olmaya başladıkça, söz konusu eklemlenme ve yanılsama da silinmeye yüz tutuyor. Artık kadroları çoğunlukla doğrudan burjuvazi içinden gelen ve özerk hareket alanı iyice daralmış olan bir devletin ideolojik argümanlarının inandırıcılığı, kadroları genellikle orta sınıftan devşirilen ve burjuvaziden zaman zaman görece özerk hareket eden bir devletin sınıflar üstü ideolojik argümanlarının inandırıcılığına kıyasla zayıf kalıyor. Demokratik seçim, parlamenter temsil ve eşit vatandaşlık hukuku aracılığıyla, ama aynı zamanda her sınıftan ve özellikle orta sınıftan aydın bürokrat kadro devşirilmesi yoluyla devletin egemen sınıf niteliğinin üzerinin örtülmesi, bu ideolojik mistifikasyonun başarısı artık mümkün olmuyor.

Kırın ve kentin küçük burjuva mülk sahibi katmanları hızla yıkıma uğruyor, giderek işçi sınıfı saflarına doğru itiliyor. Büyük sermayenin küçük mülkiyeti midesine indirmesi, emekçi köylülüğün müksüzleşmesi, sınıfsal ayrışmaya uğrayan kentli serbest meslek erbabının çoğunluğunun ücretli hale gelmesi, küçük tüccarın sermaye rekabetine dayanamaması, küçük burjuvazinin kapitalizm koşullarında gelir ve yaşam düzeyini yükseltme, mülk sahibi olarak varlığını geliştirme imkanlarının nesnel bakımdan tükenişi anlamına geliyor. Bundan dolayıdır ki, kapitalist toplumun orta direği, incele incele ulaştığı noktada, artık kırılma yaşıyor. Ama orta sınıfın bu eriyişi, kapitalizmde sınıf uzlaşmacılığın en temel kaynağının kurumasını ve burjuva hegemonyanın başlıca sınıfsal taşıyıcısının nakavt olmasını getiriyor. Zira kapitalist toplumda orta sınıf, reformizmin, mevcut düzende daha iyisini elde etmeye umut bağlayışın, sınıf atlama hayalinin yayılma üssüdür. Sermaye, üst sınıfla alt sınıf arasındaki bu ideolojik hegemonya köprüsünü bizzat kendi eliyle dinamitlemiş oluyor.

Yükseköğrenim görmüş olmak, gençliğe, ebeveynlerinden daha iyi yaşam koşulları veya daha yüksek ücretli iş garantisi artık sağlamıyor. Zaten dünün eğitimli serbest meslek sahipleri bugün gitgide ücretli işçilere dönüşüyor. Eğitim halk gençliğinden öğrenciler için sınıf atlamaya yarayan bir kaldıraç olma özelliğini yitirmiş durumda. Kapitalizm gençlere mevcut düzen içinde ayrıcalıklı bir gelecek umudu aşılayamıyor. Onları, genellikle de düşük ücretli işçiler veya işsizler olarak, proletaryanın saflarında topluyor. Bu, gençlik açısından burjuva düzenden nesnel bir kopuş anlamına geliyor. Genç kuşaklar üzerinde geleneksel inanç kalıplarının ve ahlak normlarının, geleneksel burjuva ana akım partilere bağlılığın etkisi daha sınırlı olduğundan, hele de iletişim ve ulaşım araçlarının bugün varmış oldukları gelişmişlik düzeyinde, eski düşünüş biçimlerinin her yerde hızla çözülmesinin ve yeni düşünüş biçimlerinin hızla evrenselleşmesinin devasa olanakları birikiyor. Gençliğin kapitalizme bağlanmışlıktan nesnel kopuşu ve evrensel bir “kopuş kuşağı”nın doğuşu, burjuva ideolojik hegemonyanın çöküşünün, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin burjuva düzenden kopuşunun başlangıç noktasını simgeliyor.

Entelektüel yaratım alanları sermaye yatırım alanları haline geldikçe ve bireysel zihin emeği ücretli emeğe dönüştükçe, kültür, sanat ve edebiyat bir avuç tekelci sermayedara bağımlılık ilişkileri içinde kuruyor. Gerçekten yenilikçi bir burjuva sanat veya edebiyat akımı artık serpilip gelişemiyor, burjuva sanat ve edebiyat alanından kötümserlik ve kuşkuculuk, melankolik bir kadercilik havası yayılıyor. Yenilik ve moda kılıfının altından tekerrürün bayağılığı sırıtıyor. Postmodernist felsefenin evrenselliğin inkarı, nesnel gerçeğin bilgisini edinmenin imkansızlığı ve büyük anlatıların miadını dolduruşu üzerine sayıklamalarının, metafizik soyutlamalar etrafındaki dil oyunlarının ya da nihilist bir zihinsel konformizmin alıcı sayısı gün geçtikçe düşüyor. Sermayenin üretkenliğindeki tıkanma bilimin üretime uygulanışını frenledikçe, burjuvazi güdümlü bilim insanlarının dünya çapındaki açlığa ancak genetiği değiştirilmiş gıdalarla son verilebileceği gibi rezil antibilimsel açıklamaları ortalığa daha fazla saçılıyor. Din, krizdeki burjuva ideolojik hegemonyanın yardımına koşuluyor, kendilerini çaresiz hisseden ezilen sınıfların önüne kurtarıcı sığınak diye konuluyor.

Dünyasal ölçekteki bu hegemonya krizi, tek tek ülkelerde egemen sınıf hegemonyasının krize girmesi değil, kapitalizmin dünya çapında emekçi ve ezilen insanlığı ideolojik bakımdan kendine bağlama gücünün iflas etmesidir. Burjuvazinin dünyasal hegemonya krizi, tabii öncelikle ve çarpıcı biçimde, ABD emperyalizminin hızla irtifa kaybedişinde özgünleşiyor. Fakat emperyalist ülkelerde de, bağımlı veya mali-ekonomik sömürge ülkelerde de, elbette bir soyutlama olarak ve eşitsiz düzeylerde, burjuvazi artık aynı hegemonya krizinin etkisi altındadır. Her ülkenin kendine özgü tarihselliği, gelenekleri, ideolojik varyantları olduğundan, her ülkenin emperyalist küreselleşme dünyasındaki yeri kendine özgü boyutlar da taşıdığından, hegemonya krizinin yayılımı ve etkinliği eşitsizdir. Ama emperyalist küreselleşmenin bütünleşik dünya pazarı gerçeği, sermayenin uluslararasılaşmışlığı ve kapitalist ülkelerin toplumsaliktisadi entegrasyonu, ulaşım ve iletişim teknolojilerinin tüm insanları birbirine bağlaması, bütün bu boyutlarıyla kapitalizmin dünya tarihinde hiç olmadığı kadar dünya toplumu yaratması anlamına geldiği gibi, hegemonya krizinin de dünya ölçeğinde hiç olmadığı kadar birleşik bir karakter taşımasını sağlıyor.

20. Yüzyılın Hegemonya Çarpışmaları

Kapitalist sistemin ekonomik, politik ve ideolojik bütün boyutlarıyla krize tutulduğu büyük bir genel bunalım, birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları arasındaki dönemde yaşandı. Birinci Dünya Savaşı yıkımıyla ve Ekim Devrimi kopuşuyla sarsılan kapitalist dünya, 1929’da muazzam hızda bir işsizleşme ve yoksullaşma dalgası doğuran bir ekonomik krize girdi. Burjuvazi o döneme değin görülmüş en derin ideolojik hegemonya krizine kapıldı. Kapitalist ülkeler krizde debelenirken, Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın başarıları emekçi insanlık için sosyalizmi gözle görülür maddi bir alternatif haline getiriyordu. En basitinden, işsizlik rekorlarının kırıldığı ABD’de emekçilerin yüzü, işsizliğin ortadan kaldırıldığı SB’deki sosyalizm programına dönüyordu. SB ve Komintern proleter bir karşı-hegemonya üssü, kapitalist ülkelerdeki işçiler ve ezilenler için ideolojik bir mıknatıs, krize girmiş burjuva ideolojik hegemonyayı infilak ettiren en kuvvetli patlayıcıydı. Üstelik SB İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıktığında, emekçi insanlığın devrimci yoldan sosyalizmi kurma umudu daha da yükselmiş, Batı Avrupa’da komünist partiler alabildiğine güçlenmiş, Doğu Avrupa ve Asya’da yeni devrimci iktidarlar kurulmuş ve pek çok sömürge ülke ulusal savaşımlar sonucu siyasi bağımsızlıklarını kazanma güzergahına girmişti. Sosyalizm kapitalizmin bağrına “refah devleti” hançerini saplamıştı.

Sermaye düzeni, yine de, alabildiğine sarsıcı bu genel bunalımı aşabildi. Çünkü, kapitalist gelişme kesintiye uğrasa da, devrimci işçi sınıfı sermaye ilişkilerine dünyasal ölçekte son verebilecek seviyede bir tarihsel hamle yapamamıştı ve sermayenin üretici güçleri geliştirme yeteneği halen sürüyordu. Burjuvazinin büyük ideolojik krizinin aşılmasının ve burjuva ideolojik hegemonyanın yeniden üretilmesinin maddi temeli de buydu. 1930’lara kadar hegemonik olan serbest piyasacı ideolojik argümanların iki türlü yadsınışı ortaya çıkmıştı. Birincisi, SB’de sosyalizmin inşasında ve İkinci Dünya Savaşı’yla beraber yayılan devrimci iktidarlarda ifadesini bulan sosyalist düzendışı yadsımaydı. İkincisi ise, ABD’de New Deal’dan başlayarak Batı Avrupa “refah devleti”ne uzanan keynesçi düzeniçi yadsıma oldu. Keynes, burjuva iktisat okulunun 40 yıl sonra yerini Friedman’a bırakacak olan yeni ideolojik peygamberiydi artık. Kapitalist devletin talep yaratıcı ve piyasaları düzenleyici müdahalelerde bulunması, bizzat bir sermayedar olarak sermayenin çoklu rekabet ortamını dengede tutması, aşırı spekülatif sermaye hareketlerini önlemesi gerektiğini formüle etti.

Burjuva devletin sermayedar olarak devreye girmesiyle, devrimlerin daralttığı dünya pazarının derinleştirilmesi ve henüz sermayeleşmemiş bireysel küçük mülklerin yutulmasıyla, böylece kapitalist gelişmenin alabildiğine hızlandırılmasıyla, işçi sınıfının mevcut toplumsal düzenden kopuşunun “refah devleti” tavizi yolundan önünün alınmasıyla, ABD şemsiyesi altındaki Soğuk Savaş dizilimi sayesinde sosyalist blokun etki alanının sınırlanmasıyla kapitalizm bu genel bunalımdan çıkmayı başardı. İkinci Dünya Savaşı’nı takiben sıçramalarla hızlanan kapitalist gelişme, kapitalist metropollerde “refah devleti” dönemine geçiş, işçi sınıfının nispeten iyileşen yaşam koşulları ve artan reel ücretleri kapitalizme dair yanılsamayı yeniden üretmeye, ideolojik hegemonyanın yeniden tesisine olanak verdi. Öyle ki, artık kapitalist ülkelerin emekçileri sosyalist ülkelere özenmiyor, tersine sosyalist ülkelerin emekçileri kapitalist ülkelere özeniyordu. Ve bu kez kapitalizm sosyalizmin bağrına piyasa hançerini saplıyordu. Revizyonizme sapmış Sovyet yönetimi sosyalizmin devrimci yolundan çıkıyor, Avrupa’nın komünist partileri ise artık tamamen burjuva programı benimsemiş sosyalist partilerin yerine işçi sınıfının reformist siyasi fraksiyonuna dönüşüyor, böylece proleter karşı-hegemonya çözülüyordu.

Burjuva hegemonyanın bu çöküşü ve dirilişi, emperyalist kapitalizmin ideolojik liderliğinin el değiştirmesinde de karşılık bulmuştu. İkinci Dünya Savaşı’yla beraber, burjuva devletler arasındaki ilişkileri baştan düzenleyecek, tekelci devlet kapitalizmine dayalı yeni sermaye birikim modelini evrenselleştirecek, dünya parası sistemini tekrar tesis edecek, yenisömürgeci ilişkileri geliştirip kurumsallaştıracak, kapitalist dünyayı sosyalist dünya karşısında yeniden bütünleştirecek ve askeri olarak da savunacak lider güç olarak ABD yükselmişti. ABD, tarihsel bir devrimin toprağı ve mirasçısı, burjuva medeniyetin ideal modeli, hür dünyanın timsali, Amerikan rüyasında ifadesini bulan bireysel girişimciliğin sembolü, özgürlük ve refahı büyütme vaadinin sahibiydi. Dünyasal burjuva ideolojik hegemonya bütün bir kapitalist dünyanın ABD imgesinden adeta yeniden yaratılmasıyla özdeşleşiyordu. ABD’nin ideolojik hegemonyası, dünya burjuvazisine siyasi liderlik kapasitesine, buysa Soğuk Savaş’ta SB ve Varşova Paktı’nı sınırlayacak askeri güç ve doları dünya parası olarak kabul ettiren maliiktisadi güç üstünlüklerine dayanıyordu. “Hür dünya”, “parlamenter demokrasi”, “girişim özgürlüğü”, “rekabetin yaratıcı gücü” bunun hegemonik ideolojik argümanlarıydı.

Kapitalist dünyanın 20. yüzyılda tutulduğu bir diğer hegemonya krizi ‘68 başkaldırısında kendisini gösterdi. Batılı kapitalist ülkelerden başlayan ama dünyasal nitelik taşıyan ‘68 öğrenci dalgası, kısa sürede tüm kıtalara yayıldı ve her ülkede oraya özgü toplumsalsiyasal çelişkilerle harmanlandı. Kadın özgürlük mücadelesi ve siyah hakları hareketi serpilip gelişti. “Refah devleti” miti zayıflıyor, düzenin ideolojik aygıtları kargaşaya sürükleniyor, öğretilmiş toplumsal değer yargıları gözden düşüyor, burjuva ideolojik hegemonya çözülmeye başlıyordu. ‘68 dalgası burjuva düzenden bilinç düzeyinde kitlesel bir kopuşun ifadesiydi ve ama bu kopuş esasen öğrenci gençlikle sınırlıydı. Antikapitalist karakterli öğrenci hareketi bir karşı-hegemonya odağı olarak sivrildi. Aydınların politik bakımdan bu en duyarlı bölüğünün ideolojik kopuşu, kapitalizmin birkaç yıl sonra yine sarsıcı bir dünyasal krize tutulacak oluşunu, sermaye ilişkilerinde dışavuracak yeni tıkanmayı belki de erkenden haber veriyordu. Fakat öğrenci gençliğin düzendışılığı, genel olarak ezilen sınıfların burjuva hegemonyanın kapsama alanından kopuşunu ateşleyemedi. Zira mücadele sahnesine yaygınca çıkan işçi sınıfı bölükleri, “refah devleti” zemininde ve kapitalizm koşullarında haklarını genişletme arayışındaydılar. Egemen sınıf da bu yönlü taviz verme ve manevra yapma kapasitesindeydi.

‘68’de öğrenci gençlik ideolojik hegemonya sahasının dışına çıkıp devrimci bilinçle donanırken, işçi sınıfı genellikle reformist bilinciyle ve düzeniçi iyileştirmeye endeksli eylemiyle burjuva ideolojik hegemonya altında kalmaya devam ediyordu. Bu sayededir ki, sermaye düzeni krize giren burjuva ideolojik hegemonyayı yeniden üretebildi. Sadece işçi sınıfını reformistleşmiş komünist partilerinin de yardımıyla düzen sınırlarına bağlı tutmakla kalmadı, antikapitalist öğrencileri de tekrar sermaye ilişkilerine ve siyasetine emebildi. Öğrenci gençlik isyanının geleneksel burjuva değerlere kafa tutuşu, günü geçmiş geleneksel değer yargılarının farklılaştırılmasıyla düzene soğuruldu. Siyah hakları hareketi, Kara Panterler’in karşıdevrimci şiddet yolundan ezilmesiyle, ama birçok siyahın burjuvazi ve devlet katına yükseltilip yasal eşitlemeler yapılmasıyla etkisizleştirildi, hatta bir ölçüde içerildi. Kadın özgürlük hareketi de, gerek yasal hak düzenlemeleri gerekse bir dizi kadının burjuva sınıf ve siyaset saflarına çekilmesi sayesinde, düzeni tehdit etmekten geçici olarak uzaklaştırıldı.

Dünya kapitalizmini sarsan ve yeni bir sermaye birikim modeline geçişe iten 1975 krizi de, yeniden kurulmakta olan burjuva hegemonyayı tekrar krize yuvarlamaya yetmedi. Gerçi PentagonWall Street hegemonyası, 1970’lerde bir yandan devasa Amerikan askeri gücünün Vietnam yenilgisiyle ve diğer yandan Amerikan dolarının gücünü tescilleyen Bretton Woods sisteminin çöküşüyle yara aldı. Buna rağmen ABD, emperyalist küreselleşmeye geçişin sürükleyici gücü ve Sovyet Bloku’na son veren karşıdevrimci zaferin mimarı olarak, ideolojik liderlik konumunu 2000’lere kadar sürdürdü. Emperyalist küreselleşmenin kapısı dünyasal Amerikan hegemonyası döneminde açıldığından ve dünya tekelleri en fazla ABD’de yoğunlaştığından, uluslararası sermayenin çıkarına siyasi strateji ve iktisadi model geliştirmenin liderliği yine ABD’deydi.

İçten içe çürüyen Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yıkılıp dağılması, emekçiler nezdindeki ideolojik yanılsamaya yeni bir itilim kazandırdı. Zira kapitalizm ortalama insanın gözüne artık alternatifsiz ve sonsuz görünüyordu. SB’nin ve yörüngesindeki Doğu Avrupa devletlerinin çöküşü, Batı Avrupa komünist partilerinden çoğununsa darmadağın oluşu, emekçiler ve aydınlar arasında sosyalizme duyulan inanç ve sempatinin kırılmasını getirdi. Dünya devrimi ve sosyalizm idealleri, bizzat bu ideallerin savaşımını yürütenlerden birçoğunun bilincinde bile yenilgiye uğradı. 21. yüzyıla girişin eşiğinde, burjuva hegemonya, kapitalizmin tarihinde en sağlam örgütlendiği günleri yaşıyor gibiydi. Peki, bunun üzerinden yalnızca on yıllık bir zaman geçmişken alevlenen bugünkü hegemonya krizi, diğerlerinden farklı olarak neden varoluşsal karakter taşıyor?

Peki Fark Nerede?

Burjuva hegemonyanın dünkü ve bugünkü krizleri arasındaki asıl fark, bu ideolojik depremlerin şiddetleriyle değil nitelikleriyle ilgilidir. Henüz en şiddetli zamanına erişmemiş olan bugünkü burjuva hegemonya krizinin atlatılabileceğine dair hiçbir emare yoktur. Dünkü hegemonya krizlerinin atlatılmasının temelinde, son tahlilde, kapitalist gelişme dinamiklerinin daha sınırına varmamış ve sermayenin üretici güçleri geliştirme yeteneğini henüz tüketmemiş olması yatıyordu. Toplumsal üretim ilişkilerindeki ciddi tıkanmalara, sermaye üretiminin yeniden önünü açacak çareler bulunabiliyordu. Bununla bağlantılı olarak, taviz ve manevra kapasitesini yitirmemiş egemen sınıf, ezilen sınıfların rızasını tekrar elde edebileceği reformlara yönelebiliyordu. Fark işte tam burada!

Dün sömürgelerden kapitalist metropollere akan artı karlardan işçi sınıfının da nasiplenmesi, işçi sınıfı ile burjuvazinin çıkarlarının ortaklaştığı yönlü ideolojik yanılsamaya zemin sunabiliyordu. Bağımlı ülkelerdeyse, kapitalist ulusal kalkınma yolundan işçi sınıfı ve emekçilerin koşullarının iyileşeceği beklentisi karşılık bulabiliyordu. Toplumsal hizmetleri gören, parlamenter demokrasiye dayanan, bürokrasinin bileşimini tüm toplumdan kuran burjuva devlet, ulusun tamamının çıkarlarını koruyan ortak organizma olarak ambalajlanabiliyordu. “Refah devleti” olgusu, bir uçtan diğer uca tüm dünya ezilen sınıflarının gözlerini kapitalist gelişmenin sahte ışıltısıyla kamaştıran burjuva ideolojik aşılamaya maddi olanak tanıyordu. Orta sınıftan yayılan toplumsal uzlaşı havası egemen sınıfa taze bir soluk aldırabiliyordu. Bozulan burjuva ideolojik aygıtlar bu toplumsal temelde onarılabiliyor, sermaye ideologları miadı dolmuş söylemlerini yenileriyle değiştirerek toplumun çoğunluğunu ikna etmeyi başarabiliyordu.

20. yüzyıl bütün bunların gerçekleştiğine tanıklık etti. Sömürgelerden edinilen karların bir bölümü emperyalist ülkelerin işçilerine dağıtıldı. İç pazara dayalı kapitalist gelişimini emperyalizmden nispeten bağımsız sürdürebilen postkolonyal ülkeler oldu. “Refah devleti” gerçekten de işçi sınıfının yaşam standartlarında kayda değer iyileşmeler getirdi. Fakat bugün gitgide artan bir hızda, fabrikalar kapitalist metropollerden ucuz işgücü ülkelerine taşınıyor, toplumsal hizmetler piyasalaştırılıyor. Emperyalist mali oligarşi “refah devleti”nin son kalıntılarına da göz dikmiş, bir ülkenin iç pazarı dünya tekellerinin serbest hareket sahası olmuş, bağımlı ülkeler artık mali-ekonomik sömürgelere dönüşmüş durumda. Bunlar, egemen sınıfın yaptığı öznel bir tercihin sonuçları olmaktan çok, sermayenin nesnel hareket yasalarının sonuçları olarak gerçekleşiyor. Ve aynı nesnellik, burjuva düşüncenin güncel genel bunalıma gerçek bir çare üretememesinde, yeni bir Keynes’i artık ortaya çıkaramamasında da yankısını buluyor.

Neoliberalizmin yükselişi ve SB’nin düşüşüyle Amerikan kapitalizmine tazelenen inancın yerinde çoktandır yeller esiyor. 2008’de ABD’li işçilerden ve orta sınıf insanlardan milyonlarcası, işlerini, emekliliklerini ve evlerini kaybetme tehlikesiyle yüzleşirken, onlara sınıf atlamayı vadeden “Amerikan rüyası” alenen çöküverdi. ABD emperyalist küreselleşmenin, bütün bir kapitalist dünyanın rol modeli değil artık. Halen kapitalist dünyanın liderliğini sürdürür görünüyorsa, bunun nedeni, herhangi bir başka kapitalist devletin veya birliğin alternatif ve kurtarıcı bir modelle kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını ve dolayısıyla burjuva ideolojik hegemonyanın tesisini kendisinde cisimleştirmeyi başarma şansı bulunmaması ve antikapitalist bir alternatifin de sosyalist bir model olarak emekçi insanlığın bilincinde henüz şekillenmiş olmamasıdır.

Üretim ve ticaret tamamen dünyasallaşmış, entegre dünya fabrikası ve bütünleşik dünya pazarı oluşmuş durumda, ama sermayenin siyasal örgütlenmesinin burjuva ulus devletlere ayrışmışlığı devam ediyor. Burjuva ulusdevletin toplumsal maddi temellerindeki bu ölümcül aşınma, bundan böyle bir devletin dünyasal hegemonya kurmasına, yani ABD hegemonyasının devamına ya da onun yerini bir başka emperyalist devletin almasına olanak tanımıyor. İdeolojik hegemonyanın yeniden inşasında katalizör olacak bir burjuva devletin tüm kapitalist dünyaya liderliği gerçekleşebilir olmaktan hızla çıkıyor.

Burjuvazinin diğer sınıfların taleplerini emebilmesinin ekonomik ve toplumsal imkanları sınırlarına vardığında, hegemonyanın sütunları çatlar. Manevra imkanlarını tüketmek, elbette ideolojik, politik veya ekonomik olarak hiçbir güncel manevra yapamamak anlamına gelmez, fakat ezilen sınıfların temel toplumsalekonomik taleplerini onları bir toplumsal uzlaşma dengesinde tutabilecek denli karşılama şansına artık sahip olmamak demektir. Tam da bu nedenle, kapitalizme yapılan ideolojik güzellemeler çoktan tarih oldu, “Yeni Dünya Düzeni” dikiş tutmadı, emperyalist küreselleşmenin daha fazla refah ve özgürlük getireceğine dair söylemlerin herhangi bir inandırıcılığı kalmadı. Zira sermaye ve devlet, temel sorun ve taleplere asgari düzeniçi çözümler üretme, işçi sınıfı ve ezilenlerin hiç değilse bir bölümünü tavizlerle düzene kazanacak manevralar yapma, böylelikle emeksermaye ve devlethalk çelişkilerini yönetilebilir çerçevede tutma, çeşitli toplumsal mücadeleleri düzen içine çekerek ehlileştirme ve eritme kapasitesini esasen yitirdi.

İroniktir ki, Fukuyama’nın kapitalizmi ebedileştiren “tarihin sonu” kehaneti, kendi karşıtına dönüş diyalektiğiyle, şimdi kapitalist tarihin sonu olarak tecelli ediyor.

Karşı-Hegemonya Sancısı

Engels şöyle uyarır: “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken, son kertede, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir… İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli ögeleri: sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları savaş bir kez utkun sınıf tarafından kazanılınca yapılan anayasalar vb., hukuksal biçimler, ve hatta bütün bu gerçek savaşımların, bu savaşımlara katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefel teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha sonraki gelişmeleri de, tarihsel savaşımların gidişi üzerindeki etkilerini gösterir ve, birçok durumda, onların biçimini baskın bir tarzda belirlerler.”[6]

Düşüncenin pratiği izlemesi kadar, ideoloji de ekonomiyi yansıtır. Fakat maddenin düşünceyi belirlemesi bire bir olmadığı gibi, ekonominin ideolojiyi belirlemesi de bire bir olmaz. İdeolojik hegemonyanın kurucuları ve yayıcıları düşünce üreten bilinçli insanlar ve kurumlar olduklarından, hegemonya toplumsal ve siyasal öznelerin etkinlik alanındaki bir fenomendir, yani öznellikle ilgilidir. Ve öznellikle ilgili olduğu içindir ki, toplumsal maddi temeldeki değişimlerin ve tıkanıklıkların edilgen bir kopyası değildir. Kimi zaman nesnel maddi gerçekliğin barındırdığı ilerici değişim imkanlarını realize eden, kimi zamansa nesnel maddi gerçekliğin değişim filizlerini gerici tarzda budayan rol oynar. İdeolojik etkinlik toplumsal olayların gelişimini hızlandırabilir ya da gemleyebilir. Mekanik determinist bir yaklaşıma ve dümdüz bir indirgemeciliğe düşmemek için, bir öznellik düzlemi olan ideolojik sahanın öznel etkileşim ve mücadelelerle, hem gerçekçi ama hem de saçmasapan düşünce ve yorumlarla, maddi gerçekliğin yanlış, kusurlu, bükülmüş veya aslına uygun algılanışları arasındaki sürtünmelerle şekillendiğini kesinkes hesaba katmak gerekir.

Bir hegemonik ideolojik sistemin temellerinde, rıza veriş ile karşı çıkışın diyalektik birliği yatar. İdeolojik hegemonya mücadelesi, bir bakıma, rıza verenlerin rızasının sürekliliğini sağlamak kadar, karşı çıkanları ikna etme mücadelesidir de. Ama hegemonya meselesinin bu doğası, her hegemonyanın ancak karşı-hegemonya olasılıklarıyla beraber var olabileceğinin kabulünü içerir. Zira hegemonya kurmak, sınıflar savaşımının bir katmanını oluşturan ideolojik mücadelede verili hedeftir. Hegemonya gibi karşı-hegemonya da, aile, eğitim, basın, sanat, din, kültür, ahlak, günlük yaşam, parlamento ve partiler, sendikalar ve dernekler, spor kulüpleri gibi alanların tümünde üretilir ve yayılır.

Burjuvazi emekçi insanlığı bir gelecek tasavvurundan yoksun tutmak için ideolojik aygıtlarıyla elinden geleni yapmayı elbette sürdürüyor. Ama tüm yeryüzünde emeksermaye ve devlethalk çelişkileri nesnel bakımdan alabildiğine keskinleşiyor. Emekçiler ve ezilenler gitgide radikalleşen arayışlara yöneliyorlar.

Proletarya da derin bir karşı-hegemonya sancısı yaşıyor, bu doğru. İşçi sınıfı direnişleri, ezilenlerin toplumsal hareketleri, emperyalist küreselleşme karşıtı enternasyonal mücadeleler, Latin Amerika halkçı sol dalgası, İşgal Et ve Öfkeliler hareketleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimci süreci, “başka bir dünya mümkün” arayışı, bütün bunlar yine de henüz bir karşı-hegemonya kurmaya yetmiyor. Zira çeşitlenen toplumsal hareketler ve halk isyanları şimdilik sosyalizm hedefiyle dolaysızca buluşmuyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin genişleyen mücadeleci bölüklerinin bir program etrafında birleşmeleri ve amaç açıklığına ulaşmaları halen söz konusu değil. Ama burjuvazinin hegemonya krizi maddi koşullardan kaynaklanan ve artık üstesinden gelinemeyecek bir nesnellik olmasına karşın, proletaryanın karşı-hegemonya sancısı bilinç karmaşasından ileri gelen, giderilmesi politik program ve örgütlenme sorununun çözümüyle bağlı olan öznel bir yetmezliktir.

Bir toplum biçiminin ömrünü aslında tamamladığı ve yeni bir toplum biçimine geçişin sancılarının yaşandığı, ama o yeni toplum biçiminin ne olacağının henüz belirginleşmediği ara bir dönemin semptomudur bu. Kapitalist toplumun bütün sınıfları sermaye üretimi temelinde bir arada tutma kapasitesi yiterken, bunun toplumsal bilince yansıması ilk önce ideolojik karmaşa oluyor. İşçi sınıfı ve ezilenler ırkçılık ve milliyetçiliğin, gerici dinsel hareketlerin saflarına itilerek bölünmeye çalışılıyor. Göçmenlerce işleri ellerinden alınmakta olan işçiler, yıkıma uğrayan orta sınıftan insanlar, topraklarını kaybeden küçük köylüler, iflasla karşı karşıya olan orta ölçekli sermayedarların tepkileri, ulusal devlet ve ulusal ekonomiyi koruyarak kendi pozisyonlarını savunabilecekleri ideolojik yanılsamasıyla, ırkçıfaşist kanallara yönelebiliyor. Fakat burjuva ulus devletlerin toplumsal maddi zemininin kaydığı bir dönemde ırkçı ve milliyetçi bilinç biçimleri, emperyalist küreselleşmeye tepkinin gerici yönü olarak, yalnızca geçici bir ideolojik çekim işlevine sahip olabiliyor. Geleneksel dinsel ideolojik biçimler ise, aynı şekilde, bilimsel gelişmenin ve düşüncenin dünyevileşmesinin geldiği düzeyde, ancak geçici bir fren olma rolünü üstlenebiliyor.

Kendisini var eden toplumsal temellerin altüst oluşuyla beraber gelenekselleşmiş düşünme biçimlerinin de altüst oluş yaşaması kaçınılmazdır. Bunların yıkıntıları arasında yeni düşünme biçimleri boy verir. Hegemonyanın zayıflaması ve krize tutulması, karşıhegemonik dip akıntılarının her yeni çatlaktan sızıp nihayetinde hücuma kalkmasına yol açar.

Varoluşsal hegemonya krizinde ortalama insanın bilinci kımıldar ve hareketlenir. Egemen bilinç biçimlerinden kopuldukça, devrimci bilinç biçimlerinin yayılması sıçramalı olarak hızlanır. Emperyalist küreselleşme karşıtı enternasyonal mücadelelerden İşgal Et hareketlerine ve Öfkeliler’e, Yunanistan başkaldırısından Arap isyanlarına, hatta Türkiye’nin Haziran ayaklanmasına değin gelişen toplumsal hareketler dalgası, halen bir hedef ve yön birliği sağlayamamış olsa da, egemen bilinç biçimlerinden kopuşun verisidir. Yeni koşullar emekçiler arasında toplumsal devrimin zorunluluğu fikrinin oluşumuna kaynaklık ediyor ve bu süreç hızlanacaktır. Zira sermaye ilişkilerini ortadan kaldırmaya yönelmeyen hiçbir arayış işçilerin ve ezilenlerin temel sorunlarına herhangi bir çözüm getirme imkanına sahip değildir ve bu gittikçe açıklık kazanıyor.

Antagonist olarak keskinleşen sınıfsal çelişkiler, kaçınılmazlıkla yeni sınıf mücadeleleri doğuruyor. Sınıfsal çelişkiler ve mücadeleler, aynı zamanda ideolojik hegemonya sahasında çatışmalar olarak yansıyor. Ve gelişen sınıf mücadeleleri adım adım sınıf bilinci oluşum havuzuna bilinç damlaları dolduruyor. Üstelik aydınlar tabakasının sermaye ilişkileri tarafından gitgide proleterleşmeye doğru itildiği, eğitim basamağıyla sınıf atlama imkanları tükenen yükseköğrenim gençliğinin işçi sınıfına dahil olduğu, zihin emeğinin işçi sınıfı saflarındaki payının alabildiğine büyüdüğü bugünkü koşullarda, entelektüel kapasitesi düne kıyasla hayli gelişmiş olan işçi sınıfının sosyalist sınıf bilincini edinmesinin nesnel zemini çok daha güçlenmiş bulunuyor. Dahası, kadının uğradığı ayrımcılığın ve cinselliğinin sermaye tarafından metalaştırılmasının ya da doğal ve tarihi çevrenin sermaye tarafından sınırsızca yağmalanması ve yıkılmasının vardığı korkunç düzey, kadın özgürlük mücadelesini de, ekolojik mücadeleyi de nesnel olarak sosyalizm için mücadelenin dolaysız bileşenleri haline getiriyor. Kapitalizmin varoluşsal ideolojik krizi koşullarında, bütün bu özgürleşme arayışları da gitgide düzendışılaşıyor. Sınıfsal, cinsel, ulusal veya ırksal temellerden köklenen karşı ideolojik akımlar krizdeki burjuva ideolojik hegemonyayı sıkıştırıyor.

Önce bilinçlenip sonra eyleme geçmek diye bir toplumsal hareket yasası yoktur. Tersine, kapitalist düzenden nesnel toplumsal kopuş kitleleri eyleme itiyor, eylemse kendi bilincini doğuruyor. Devrimci perspektifin kitleselleşmesi ya da kitlelerin gerçek bir devrimci perspektifi bilinç biçimi haline getirmesi yalnızca eylem içinde olabilir. Kitle kendi bilincini ancak eylemle değiştirebilir. Düzeniçi çözüm imkanlarının silinip gittiği yerde, eylemselliğin mevcut düzenin sorgulanışını derinleştirmesi ve kendi bağrından düzendışı çözüm perspektifleri çıkarması kaçınılmazdır. Tıpkı bu hareketlerin kendi içlerinden yeni devrimci önderliklerini yaratmalarının kaçınılmazlığı gibi. Ve ama karşı-hegemonya, hem ekonomik hem de siyasal düzlemlerde çelişki ve çatışmaların gerçek bilincine sahip olan, yeni yapı ile üstyapıların yepyeni bir toplumsal bütünleşmesinin gereğini aydınlatan bir ideolojik ve siyasi önderliğin pratiğine dayalı olarak tesis edilebilir. Böyle bir önderliğin iradi savaşımı, hegemonyanın yıkılışını hızlandırıcı olduğu kadar, karşı-hegemonyanın da kurucu ve bütünleştirici merkezidir.

Burjuva üretim ilişkilerinin varoluşsal krizi bütün bir burjuva toplumun krizi demekse, bir sınıfın kurtuluşu bütün bir toplumun artık taşınamaz bu kriz yükünden kurtuluşuyla özdeşleşir. Proletarya, sermaye ilişkisine son verirken, bizzat kendi varoluşuna da son verecek ve ama kendisiyle beraber bütün toplumu kurtaracaktır.

Evet, Marx çok haklıydı. Ve şunu da yazmıştı: “insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”[7] Sosyalist karşı-hegemonya kurma sorunu, bunu çözüme kavuşturacak koşullarla beraber, kapitalizme karşı mücadelenin güncel gündemindedir.

Dipnotlar

[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz; MarxEngels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, Sol Yayınları, 1976, s. 609

[2] Karl Marx Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol Yayınları, 1992, s. 70

[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, 1986, s. 186

[4] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, 1986, s. 125140

[5] Karl Marx Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol Yayınları, 1992, s. 70

[6] Friedrich Engels’ten Joseph Bloch’a 2122 Eylül 1890 tarihli mektup; MarxEngels, Seçme Yapıtlar, Üçüncü Cilt, Sol Yayınları, 1979, s. 591

[7] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz; MarxEngels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, Sol Yayınları, 1976, s. 610

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi